Halkın Takımı Dergi 1. Sayı (Akif KURTULUŞ)

15 Temmuz 2008 Salı

Mezar teslimi taraftarlık...

Benim kuşağımın futbola taraf olması ve tabii ki hemen peşi sıra “taraftar” olması, 60’lı yılların ortalarına rastlar. O yıllarda Ankara’nın en önemli futbol merkezi, Ulus – Dışkapı istikametinden Esenboğa’ya giderken İrfan Baştuğ Caddesi üzerindeki top sahasıydı. Meşhur Atlantik Pastanesini sağınıza alarak yüz metre ilerdeki jandarma karakolunun tam karşısında, şimdi Ticaret Lisesi’nin konuşlandığı arsa, direkli fileli, beyaz kireç çizgili, yaz turnuvalarının yapıldığı bir Wembley’di. O atmosferi başka bir açıdan yakalamak isterseniz, reklam gibi olacak ama olsun, lütfen İletişim Yayınlarından çıkan Dünya Kupası’ndaki yazımı okuyun.

Yıldırım Beyazıt Lisesi’nin Ankara futbolunun alt yapısını tek başına domine etmesinin arkasında, sözünü ettiğim bu sahanın Lise ile aynı hinterlantta olması yatar. Yıldırım Beyazıt Lisesi’nin ayrıca kendi sahasının olması, bu tespitimi tekzip etmez, bunu da hatırlatayım, dedim.

70’li yıllarda bu bayrağı Anıttepe’deki sahaların ve “domino” etkisiyle Anıttepe Lisesi’nin devralması, bizim takip eden yıllardaki solculuk terminolojisini kullanırsam, benzer “diyalektik” ilişkinin ürünüdür.

İşte, bu yazıyı yazarken “kanaatten” elli yaşında bir adam olarak, kırk beş yıldır hayatıma kurmuş bu “meşin yuvarlak”a ayağımı, “nizami” anlamıyla, yani üstümde forma, altımda şort ve tozlukla (daha suspansuvar kadar “mal mülk” sahibi değildik) ve dinyakos ayakkabıyla ilk kez ‘Aydınlık’ sahasında vurdum. Eşofmanlı bir hakemle (bunlar genellikle sahadaki iki takımın dışında, üçüncü bir takımın, futbolu erken bırakmış hocasıdır) seremoniye çıkartıp, en büyüğü on yaşında bebelere “Türk futbolu şerefine” üç kere “sağ ol” çektiren herkese selam olsun. Madem selam faslına girdik, o “yokluk yoksulluk” günlerinde bizi, Anafartalar Çarşısındaki Dalkılıç spor mağazasından “tefriş” eden ağır ağbilerimize büyük selam olsun.

Ben aslında şunu söyleyecektim, araya bir sürü laf soktum. Biz, futbolu sevmeyi, taraftarlığı seçmekten önce öğrenmiş en son kuşaktık. Bizden sonra, taraftarlığı seçmek her sezon biraz daha futbolu sevmeye yaklaştı, geçti ve her sezon arayı açıyor. Şimdiki çocuklar, futbolu sevmeden taraftar oluyor. Futbolun oyun olduğunu anlamadan, oyunun ruhunu yaşamadan, play station marifetiyle edinilmiş bu futbol sevgisi bu. Dikkat edilirse, top oynamaktan söz etmiyorum. Bizim kuşaktaki futbol sevgisi, futbol oynamasa bile, futbolun içinde olmak anlamına gelirdi. Şimdi “dandik” tabir edilen mahalle maçlarına, ruhsuz belediye takımlarının maçlarından daha fazla seyirci geldiği yıllardan bahsediyorum. O bakımdan bu kuşak, akşamın tatlı güneşiyle balkona mütevazı bir çilingir yapıp kurulduğunda, bir yudum rakısını almadan aşağıda sokak arasında çift kale yapan çocuklara taktik vermeden kendini alamaz. Arabayı köşeye park edip apartmana girerken önüne yuvarlanan topu ayağında üç beş sektirip göğsünde yumuşatmadan eve çıkmaz. En önemli milli reflekslerimizden biridir bu. Bir örnek de siz ekleyin.

Aydınlık Subayevleri’nden bir çocukluk arkadaşım, Zezet, okuyup adam olduktan sonra DDY Genel Müdürlüğü’nde çalıştığı yirmi yıl boyunca, hastalık filan saymazsak, hiçbir gün, işine zamanında gidememiştir.

Bilenler bilir dış sahada idmanlar, sabah sekiz dedin mi başlar ve Zezet, idmanı seyre dalıp işe gitmeyi unuturdu. Yıllar sonra kademe ilerlemesinin durdurulması cezasının kaldırılması için açtığımız davada, şahsi dosyasını incelediğimde bu ayrıntıları öğrenmiştim.

Şimdiki “taraf” olma üzerine konuşuyordum. Artık çocukları “futbola alma yaşı” artık göbek bağının kesilmesine kadar indi. Artık gerçekten Beşiktaşlı, Fenerbahçeli veya Galatasaraylı olunmuyor, doğuluyor. Bebeler de “ürün pazarı”nın öznesi. Kundakmış zıbınmış, biberonmuş, ne ararsanız kulüp marketlerinde var. Kocaman kadınlar ve erkekler, bebelerine ısmarlama futbol sevgisi veriyorlar. Marketlerden üç beş kuruşa alınan futbol sevgisi…

Bizim nesli, futbolu bu tür sevme biçiminin kesmesi mümkün değil tabii ki. Bırakın kesmesini, iyiden iyiye mutsuz eden bir yanı var bu tarzın.

Bizim taraftarlık hikayemizin daha düzgün olduğunu iddia edecek değilim. Sadece saflığı üzerine ileri geri konuşabilirim. İlkokula halamın yanında başladığımda, benden iki sınıf yukarda, mahallenin top cambazı Levent’le aynı yatak odasını, aynı sabah kahvaltısını, aynı okul yolunu paylaşıyordum. Bizim sokaktan yukarılara en çabuk tırmanan ilk futbolcu sıfatını alan Levent, Şekerspor, Erzincanspor, ve Kırıkkalespor duraklarından sonra, birinci lige çıktığı ilk yıl Malatyaspor’a transfer olup, aralıksız, düşene kadar on yıl bu kulüpte top oynadı. Ben bu satırları yazarken, bir aksilik olmazsa, 2. Lig’e çıkacak olan Konya Şekerspor’un teknik direktörü. Beşiktaş’la aynı ligde oynayana kadar Beşiktaşlı kaldı. Bir profesyonel topçunun, çocukluğunun takımını terk etmesinin bana hep “hüzün” veren hikayesini de bir gün yazmak isterim. Aynı yola girme imkanı hiçbir zaman bulamayacak her futbolsever gibi, onun, çocukluğunun takımını bir kenara bırakmasını, hâlâ anlamam mümkün değil. Peki, hala – dayı çocuğu olmanın ötesinde bir kankalık ifade eden bu ilişkide, neden ona benzemek, onun gibi yapmak istemedim? Benden bir zaman önce bir takımı tutan hala oğlum ile aynı takımın renklerine bulanmadım?

Bir gün, Mehmet Akif İlkokulu’ndan çıkışta, karakolun oradaki dükkandan biri sarı öbürü lacivert iki kalemtıraş alıp eve geldiğim gün, Fenerbahçeliliğimi ilan etmiş oldum. 1965 yılının soğuk, sert, karlı bir kış günüydü. Kalede Özcan, Şükrü’lü, Nedim’li, Nunwailler’li, Ziyalı, son senesini oynayan Can Bartu’lu takıma gönlümü vermiş oldum. Özeti, kırk üç yıldır Fenerbahçeliyim.

Neden Beşiktaşlı olmadım, demiştim. Bilmeden yaptığım şeye yıllar sonra şöyle bir anlam verdiğimi fark ettim. Onunla birlikte güç kazanmak değil, ona karşı bir rekabet üretmek istemişim. Ya da yıllar sonra böyle bir anlam yakıştırmak, daha çok hoşuma gidiyor. Ama seçimime atfettiğim bu anlam, şimdi dönüp bakıyorum da, yıllar boyu beni takip etmiş. Her ne kadar, “en çok şampiyon olmuş” bir takımın taraftarı olsam da, buradan bir güç kazanmak, beni mutlu etmemiş. Artık, tuttuğum takım dolayımıyla mutluluk veya tersinden mutsuzluk yaşamıyorum. Her taraftar gibi beni de (sonuncusu 27 Nisan akşamı) kahreden ve sevindiren anlar yaşadım. Yine de bir ligi bu kadar “eşitsizce” sürükleyen üç takımdan birinin taraftarı olmak yerine, “arıza” bir takıma gönül vermeyi daha anlamlı bulduğum ruh haline kapılmıyor değilim. İki üç kadeh rakıyla o da geçip gidiyor.

Rekabet üretmek, dedim, demesine de; yıllardır aynı arkadaşlarımla rekabet etmek, aynı arkadaşlarımın rekabetine maruz kalmak da pek keyifli değil, galiba.

Galiba futbol kültürünün geldiği bu seviye(sizlik)de, farklı anlamlarına rağmen, biz de “tek tip”leşmeyle muzdaripiz. Taraftar olmaktan vazgeçmeyen, vazgeçmek de istemeyen, başka bir şey isteyen ama ne istediğini bir türlü tarif edemeyen, futbol üzerine yapılan büyük adamların büyük konuşmalarından sıtkı sıyrılan, yine de “Bakalım bu hafta ne yumurtlamışlar” diye gözü TV porgramına kaçan adamlar… Her yerde olduğu gibi burada da bunalımlı. Allah’tan bunalımımızı sağa sola bulaştırmıyoruz.

Yazının sonuna birkaç adım mesafem kalmışken, bu yazıya beni çağıran bir iki noktayı da paylaşmak istiyorum.

Futbol kültürümüzde bunca “güç” vaaz eden, hep “en” bir şey olmak üzerinden seçimimizi tarif eden retoriğe rağmen, beni aynı güce sahip iki “düşman”ımdan birine sempatiye çağıran bir şeyden söz etmek istiyorum.

Beşiktaşlı olmama ramak kalmışken Fenerbahçeli olmamla daha mutlu veya daha mutsuzluk yaşamış değilim. Bunu söyledim. Beşiktaşlı olsaydım da farklı olmayacaktı. Fakat, bir “Beşiktaş sitesi dergisi”ne bu yazıyı yazıyor olmak hasebiyle “inanmadan” veya “barış tesisi” amaçlı laflar gibi anlaşılmayacaksa, şu da bilinsin. Futbolu bizim gibi (“bizim gibi” derken, Fenerbahçelilikle sınırlı bir “bizim gibi” değil) sevenlerin arasında Beşiktaşlılığı, tabii ki bir dost ve ahbap çevrem içinden edinilmiş izlenimlere dayanarak söylüyorum, bize (yani Fenerbahçelilere) ve Galatasaraylılara göre, daha mizahi, daha eğlenceli buluyorum. Nedenleri, birbirimizin biraz dışında. Dışında çünkü, öyle ya da böyle futbolu başka türlü sevenler eni konu aynı adamlar ve az sayıda kadınlarız. Diğer ikisine göre “daha az” sportif başarıyı yakalamış olmasının yarattığı bir mağduriyet, Beşiktaşlılığı daha yaratıcı, daha şamatacı ve “taşakçı” yapmış olamaz mı? Yoksulluk veya yoksunluk, başlı başına erdemli kılmaz kimseyi. Bana popülizm yaptırmayın. Yoksulluk veya yoksunluk, daha mazlum yapmaz, belki. Örneklerini her tribünde görüyoruz. Ama daha gamsız, gırgırcı, tatavacı yapabilir.

Hangisini isterseniz diye sorarsanız, vereceğim bazı cevaplar için çok geç. Ama tereddütsüz, önce “daha eğlenceli” olmayı isterim. Ya da isterdim.

“İsterdim” sözümde bir ukde bulacaklara, itiraz da etmek istemem. Çünkü, Çarşı’nın güzel çocuklarından sevgili kardeşim Hayati, “Ağbi senin gibi bir adam bize çok yakışır” demişti yıllar önce. “Beşiktaşlı olacağım, de, formayı Taksim Alanı’nda giyeceğin gün en az bin adam getiririm” oraya.

Bin! Fena bir sayı değil.

Ama Hayati, bizim kuşak, taraftarlığı mezar teslimi almış bir kere. Yoksa “ben” demeyeyim ama senin gibi adamlar, her takıma güzel gider. Açar, her takımı.

Emanet

8 Temmuz 2008 Salı

Birileri çıkıp da;
bu adam, alman asıllı onu istemiyoruz.

diğerleri;
bunlar, nükleer santrale karşı aman haa.

öbürleri de;
sosyal mesaj istemiyoruz kardeşim.

içerden;
bizi eleştirmeyin.

dışardan;
klüp bunları besliyor.

gibi yaklaşımlar ile kardeşlerimizin emanetimizi taşıma güveni verememesidir yaşanılan.

ne yapacaktık?...

kaç kez söyledim;
emanet emin insana teslim edilir arkadaşlar...
birilerinin bizim adımıza hareket ederek kirli işler çevirmesine göz yumamazdık.

fesih değil, birilerine "çArşı" ismini kullanma hakkını vermemedir.

tercih doğru.

Yumurtakafa Yılmaz...

Fasulyeler ve patatesler...

Taraftarın kendisini takımına adamasına dair ettiği bazı laflar münevveran taifesi arasında hep alayla karşılanır. Bu adanmışlık kimlik bunalımına bağlanır, eğitim yetersizliğine bağlanır; o da yetmez iş karakterlerin yetersizliği boyutuna kadar taşınır hayasızca. Öyle ya insana dair tüm ideolojilerden münevveran sınıfı sorumlu olmuştur. Tekel onlardır ya, ağızlarını büzecek ne ipleri vardır bunların ne de çüş diyeni. Oysa bilmek, anlamak bu denli zor mudur ki insan olmak sadece tabiatın evrilmesinden sıçrayan basit bir tesadüften ibarettir. Halbuki taraf olmak bir öz tercihtir. Enjekte edilmez, melezlenmez, genetik müdahaleye asla izin vermez. Burada analiz edilmesi gereken şey taraf olanın söylemi değil bizzat naturasıdır. İşte bu naturayı da biz analiz edelim de kendi aydınlığından gözleri kamaşanlara bir nebzecik gölge olsun.

Taraftarlık bir özellik, bir tanrı vergisi değildir bizzat tercihtir dedik. Burada irdelenmesi gereken, bu tercihin bastığı hatta köklendiği zeminin kendisi olmalıdır. Tercihleri yönlendiren nelerdir? Nerelerden beslenip büyür ve nerelere değin uzanabilir?

Bir taraftarın, içinde yer aldığı devasa kitlenin hamasi söylemlerinden etkilenip, adanmışlık üzerine son derece keskinleşebilmesi kuvvetle muhtemeldir ancak bu işin mihenk taşı başarı/başarısızlık ekseninde ortaya çıkan gerçek tavırdır. İşte lisanslı taraftar takkelerinin düşüp de muhtelif yoğunluktaki kellerin ortalığı aydınlattığı zamanlar bu zamanlardır. Kazananın ardında oluşan kortejin ters istikametinde yol alan bizimkiler, ardına baktıklarında ne görmektedirler? Başarı nedir? Şart mıdır? Taraftarlığın beslendiği ortam mutlak başarı mıdır yoksa başkaca dinamikleri de mevcut mudur gönüllerde?

Fasulyeler güzel bitkilerdir. Sırık fasulyesi hele daha bir güzeldir. Kökleri toprakta çok derine inmez ama o kadarcığı bile onun gökyüzüne uzanıp gitmesine yeter de artar bile. Gövde kalınlaşır, küçücük kök emebildiği kadar emer topraktan ve gönderir gövdeye, yapraklara ve tomur tomur fasulye meyvasına. Birkaç metre kareye dikilen fasulye bitkisi kısa sürede ortamda yemyeşil bir cümbüş yaratmasını bilir hep. Toprağa bağı zayıftır dedik ya ışığa da bir o kadar düşkündür. Oysa; hemen yanıbaşında, aynı büyüklükte bir alana dikilen patates bitkisi o kadar gösterişli bir tavır sergileyemez. Bitkinin toprak altında kalan yumruları nişasta bakımından zengin olduğundan önemli bir besin maddesidir. Bitkinin toprak üstü kısımlarında zehirli alkoloitler bulunmasına karşılık yumruları zehirli değildir. Susuzluğu giderir. Barsak solucanlarının düşürülmesine yardımcı olur. Sert bir şey yutulduğu zaman yabancı maddenin vücuda zarar vermeden çıkartılmasını sağlar. Basur memesi, yanık ve çıbanların ağrılarını geçirir.

Bu iki bitki arasındaki temel fark ilkinin toprağa son derece zayıf köklerle bağlı olmasına karşın sürekli ışığa saldırması, ışıktan mahrum kaldığı zaman da çabucak ölmesidir. Oysa diğeri ışığa çok az ihtiyaç duyar. Işık onun için belirleyici olmamıştır hiçbir zaman. Beslendiği ana kaynağın toprağın ta kendisi olması bir yana kendi en değerli varlığını da bu beslendiği toprağa emanet etmiştir. Öyle kulağından tutup sökemezsiniz.

Beyazımız bizim aydınlıktır, temizliktir ve bir deyişimize göre de hayattır. Siyahımız ise aynı deyişe göre ölüm olarak tarif edilse de bana göre topraktır siyah. Orada gözlerden uzak tüm değerli varlıklarımızı saklar, korur ve büyütürüz. Başarıya özdeş gibi görünen beyazlığa küçük bir kısmımızı salarız ama o da zehirlidir. Sakındığımız değerlerimizi ise gerektiğinde susuzluğumuzu gidermek, yutulan sert şeyleri zarar vermeden çıkarıp atmak, barsak solucanlarını dökmek ve basur memelerini, çıbanları yok etmek için kullanabiliriz. Bu şansımızı her zaman kara toprağımız muhafaza eder.
İşte sözün boğazını sıkacağım yer; Taraftarlık tercihtir. Tercihler değişebilir. Ama Beşiktaş taraftarı olmakla Beşiktaşlı olmak arasındaki fark fasulyeyle patates arasındaki fark kadardır.

Tercih bizim...

Sezon bitti… En azından bizim için bitti.
Şu anda yapılabilecek iki şey var bizim için. İlki “Cehalet mutluluktur” özdeyişine uygun davranıp önümüzde ki sene kimlerin alınıp kimlerin satılacağını, hocanın ne olacağını, yönetim gitsin mi, giderse kim gelsin, sponsor kim olacak, kim olmalı gibi soruların cevaplarını aramak.

Bir ikincisi de olan bitenin farkına varmaya çalışmak; kafa yormak, çözüm var mı yok mu onu aramak ve bulduğumuz cevaplar karşısında ümitsiz ya da mutsuz olup bakakalmak…

Ben ikinci yolu seçiyorum.

Aylar önce kendimce tahlilini yapmaya çalıştığım iki büyük bırakma operasyonunun gelişen süreç içerisinde bir komplo teorisi olmaktan çıkıp bizzat bir komplo olduğuna inananlar artık yavaş yavaş artmakta. Geçen gün Adnan Dinçer’de BJK TV de endişelerini açıkça dillendirmeye başlamış bile. Şimdi bu komplonun sınırlarını şöyle bir keskinleştirmeye çalışalım.

ENDÜSTRİYELLEŞEN FUTBOLUN PAZARLAMA SORUNLARI
Endüstrileşme sürecinde giderek biriken futbol sermayesinin yatırım alanları ihtiyacı da aynı paralelde büyüdü. Konuya bizim de dahil olduğumuz Avrupa futbolu tarafından bakarsak şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza. Endüstrinin Avrupa’da ki taşıyıcı ayakları olan İngiltere, Almanya, İspanya ve İtalya’ya sonradan Fransa’ da eklenmiş ancak bu ihtiyaç duyulan Pazar sorunlarını çözmeye yetmiyor. Refah düzeyi yüksek olan küçük Avrupa ülkeleri ki bunlar Baltık ülkeleri, Macaristan, Avusturya, İsviçre ve Hollanda’ya ek olarak Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya gibi nüfusları az olan ülkeler koskoca bir piyasa da küçük tezgahlarını açmayı başarmışlar. Endüstriye Pazar olarak katkısı az ama götürdükleri fazla olan bu tür ülkeler birikmiş büyük futbol sermayesine yeterli açılımı sağlayamadığı gibi geniş bakir alanların (örneğin Türkiye) sisteme dahil olmasını da engelliyorlar. Yani zararları büyük. Güney Amerika’da nüfusları devasa ancak ekonomileri (halkının refah düzeyi açısından) zayıf olan ülkeler kolaylıkla işletilebilir hale gelmişler ancak tutucu Avrupa’da küçük ama zengin ülkelerin pazarda hacimlerinden daha büyük paylar almaları bir türlü engellenememiş ve bu tıkanıklık büyüyen endüstriyel futbol sermayesinin önünde en büyük sorun olarak durmakta. Bu nedenle kapalı futbol ekonomilerinin açılıp sisteme dahil edilmesi ve rantabilitesi az olanların tasfiye edilerek onların yerini alması operasyonu için düğmeye basılmış.

Büyük nüfusu ve futbola olan müthiş ilginin bir cazibe merkezi haline getirdiği Türkiye ilk hedeftir artık. Ancak burada aşılması gereken büyük bir sorun var. Potansiyel futbol müşterisi neredeyse üçe bölünmüş durumda. Mümkün olan en az sermaye yatırımıyla mümkün olan en büyük karın elde edilebilmesi ilkesine ters olan bu durumun çözülmesi gerekiyor. Yani Türkiye futbolunun soyağacında ağacın kökünde yer alan resimdeki üçlüden birinin kesilip alınması şart. Neden şart? Çünkü yukarıda saydığımız temel ayakların dahi taşımakta zorluk çektiği böyle çok büyüklü bir futbol ekonomisi asla verimli olmaz da o yüzden şart.

OPERASYONUN İLK ADIMLARI
Öncelikle bu büyük müşteri potansiyelinin bir başarı zincirine eklenmesi ve istenen doğrultuda sürüklenmesi gerekiyordu. Bunun için en uygun seçim olarak Avrupa kültürüne daha yakın olduğu ve entegrasyonun daha kolay sağlanabileceği öngörüsüyle Galatasaray seçildi. Onu zengin ama küçük futbol ülkelerinin arasından sıyırıp ön sıraya oturtmak pek de zor olmadı. 2000 yılında gelen UEFA kupası ve üzerine az süper kupayla şöyle bir arkasından itildi Türkiye pazarı ancak marş basmadı. İdareciliklerini pazarlama stratejileri yerine züppelik üzerine kurmuş olan Galatasaray yöneticileri bu destekle fazla yol almayı beceremeyince başka yollar arandı. Geçici olarak kaderine terk edilen bu büyüğümüzün hali şimdilik bildiğimiz gibi.

İKİNCİ DENEME
Bu kez taktik değiştirilip Milli takım ele alındı. Yılların sponsorluğunda sürünen milli takıma, Fransa-Brezilya dünya kupası finalinin mağlubu (Adidas’a karşı) Nike desteği sağlanarak hem bu sermaye grubuna bir rövanş fırsatı hem de hareket edebilmesi için Türkiye futboluna ikinci bir şans verildi. 2002 yılı Dünya kupası üçüncülüğü de böyle geldi. Ancak hantallığın iyice ruhlarına işlediği, ticaret yeteneği olmayan basiretsizlerin yönetim fiyaskoları bu ikinci itmeyle de bu büyük kitlenin hareket etmesini bir türlü sağlayamadı.

ÜÇÜNCÜ DENEME
Bu başarısız denemelerin sonucunda, arkadan itmeyle bu büyük kitleyi yerinden kımıldatamayacaklarını iyice anlamış oldu global futbol sermayesi. Türk futbolunun kendi iç dinamikleriyle yol almayı beceremeyeceği gerçeğinden hareketle yerinde bilimsel tarıma karar verdiler. Daha uzun ve zahmetli olabilir ama daha garantili bir yoldu bu yol. Denenmişlerin temel sorunlarının hantal yönetim zihniyetinden kaynaklandığı doğru tesbitiyle madende başka bir damar açılmasına karar verildi. Bilin bakalım kimi seçtiler?

BENİM AKILLI OĞLUM
Önlerinde kala kala sadece iki seçenek kalmıştı. Büyük taraftar desteğine sahip iki büyük kulüp. Bunlardan biri en eski kulüp olma özelliğini taşıyordu taşımasına da bir sorun vardı. Bu kulübün arkasında ki milyonlar müşteri olmayı reddetme gibi genetik bir bozukluk taşımaktaydı. Kendilerini halkın takımı olmak, garibanların son barikati görmek gibi hastalıkları bünyesinde barındırıyorlardı. Her ne kadar bu kulübü yönetmeye çalışanlar kendi global sermayelerine eklemlenmeye çalışan işbirlikçi uslu çocuklar olsa da, her ne kadar yeni yetme taraftar kitlesi başarı için sunulan kritelere çok çabuk uyum sağlamaya meyilli ve de hevesli de olsalar genetik işte! Güven olmaz ki… Yarın öbür gün, tam da hasat zamanı birileri çıkıp yokuş aşağı “gündoğdu ulan!” diye bağıra çağıra hepten uyandıklarını suratlarına beyanla yeni yetmeleri de gaza getirip ardlarına takarsa? Binbir emekle düzenledikleri güzelim plantasyonları çekirge istilasına uğramıştan beter olursa?

Diğer yanda tahtaya kalkmak için sürekli parmak kaldıran ve yalvarır gözlerle “Başarı için her şeyimi alabilirsin” diye bas bas bağıran sevimli gürbüz bir oğlancık bükmüş boynunu bekliyordu. Zaten yanında ki sıra arkadaşı şimdi üst sınıfta olması gerekirken çakmış olsa da daha önce bu sınavdan aldığı dokuzu bunun gözüne sokup sokup onu kızdırmakta, alay etmekteydi. On alıp iftihara geçmek ve arkadaşının alaylarından kurtulmak için ne istenirse yapmaya hazır bu tosuncuk tam aranılan şartlara haiz bir tosuncuktu.

Uzatmayalım işte bu tosuncuk alınan yeni cicileriyle ve “sen dışarıda ki sınavlarına çalış ev işlerini biz hallederiz” in verdiği rahatlıkla şimdilik iftihar olmasa bile bir teşekkür belgesini getirmeyi başardı. Bu arada arka sırada oturan haylaz velet ne yapıp edilip başka sınıfa alınmalı ki bu iki öğrenci kendi rekabetlerini sürdürürken rahatsız edilmesin.

Alınacak. Zamanında taşradan gelip ezber bozan Lazoğlu nasıl başka okula gönderildiyse bu haylaz velet de artık aynı okula gönderilecek.

KENDİMİZE GELELİM ARTIK
Kendimce kurguladığım (mı acaba?) bu öyküden sonra gelelim kendi gerçeklerimize. Artık herkesin kendi Beşiktaş’ı mı var? Elbette ki yok. Bir tane Beşiktaş var. Şimdilik bizim olan ve öyle de kalması için kafa ve çene yorduğumuz Beşiktaş. Ama taraftar için aynısını söyleyebilir miyiz diye sorulursa ona üzülerek evet cevabını vereceğim. Bir kısım yeni yetme Beşiktaş taraftarı arasında şöyle bir tartışmaya şahit oldum. Efendim bu Cola Turka bizim ana sponsorumuz olmasına karşın “Tarafındayız Fener” ya da “Tarafındayız G.saray” gibilerinden reklamlar yapmış tv lerde. Hemen çıkalımmış bunların sponsorluğundan ve Beko’ya dönelimmiş. Diğer taraftan itirazlar şu şekilde geliyor. Beko’nun sahibi artık fenerliymiş. Oysa Vodafone çok güzel yakışırmış bizim formaya. Ama hayır. Niye? Çünkü Vodafone sadece renginde kırmızı olan takımlara reklam veriyormuş. O zaman Bwin gelsinmiş. Yav ne Bwini… Efes Pilsen reklamı en iyisiymiş. Sahibi de Beşiktaşlı hazır. Bir diğeri de “Arkadaşlar paniğe gerek yok aynı reklamı bize de yapmış Cola Turka” diye içimizi rahatlatıyor.

Yok Unicef olsunmuş para mara istemezmiş diyenler mi ararsın, Çarşı olsun para kırarmış kulüp diyenler mi… Uzayıp gidiyor içimde ki acıyla birlikte.
Yav kimin formasını kime pazarlıyorsunuz diye soracak oldum duyan gören tek bir kulak, tek bir göz olmadı. Olan şu. Umbronun forması kötü, yıkanınca kol lastikleri gevşiyor. En iyisi bilmem ne marka…

Arkadaşlar… Beşiktaş bir tane ama artık başka bir Beşiktaş taraftarı oluştu ve hızla büyümekte. Ben yönetime falan kızmıyorum. Yönetim bu büyüklerin seyreltilme operasyonuna karşı kendi felsefesi ve meşrebince mücadele verdiğini sanıyor ama beceremiyor. Neden beceremiyor biliyor musunuz? Hala biz varız da ondan. Yani üzerimize çöreklenmek isteyen global sermayeyi ürküten genetik bozuklukları taşıyan bizler. Bu nedenle bizi külliyen tasfiye etmek ıslah etmekten daha uygun onlar için. Gariban yönetim uğraşsın dursun. Bunlar gitsin ötekiler gelsin sonuç değişmez. Ürken sermayeyi kimse sakinleştiremez tarih böyle yazar.

Belli güç odakları belli ittifaklarla bir şeyleri bir yerlere taşıyabilirler; bu mümkün. Ancak bunu becerebilmek de ayrı bir maharet, ayrı bir strateji bilgi ve yeteneği gerektirir. Süleyman Seba’nın zamanında denetleyebildiği bazı silahlar kullanmayı bilmeyenlerin elinde patlar. Kendi ayağını vurursun. O becerdi. Uzmandı ve becerdi ama sen beceremezsin. Çünkü hem düşmanın büyüdü hem de senin elindekiler sadece yedek şarjör asıl silahlar gitti artık. Bu nedenle bu yönetim ya da o yönetim; hiçbirşey değişmez, değişmeyecek de.

Bu durumda bizlerin nerede duracağımıza iyi karar vermemiz ve o meşhur duruşumuzu artık efsane olmaktan çıkarıp gerçekliğini kanıtlamamız lazım.

SON SÖZ: NE YAPMALI?
Burada önümüzde iki yol var. Birincisi; akıntıya bırakıp kendimizi oluruna varmak. Devam etsin aykırılarımız bağırmaya çağırmaya… Hızla değişip uyum sağlayanlar da değişmeye devam etsinler. Bırakalım işler oluruna varsın. Biz kırkayağın ayaklarına bakalım ve diğerleriyle nasıl uygun adım atmadığımızla avunalım. Ama kırkayak kendi istediği yöne doğru hızla ilerlesin. İzleyelim bakalım sahiden de iki büyük ve biz mi olacağız yoksa komplo teorisyeni gamlı baykuşlar tarihin derinliklerinde paranoyalarıyla gömülüp gidecekler mi.

Diğer bir yol ise;
Futbol zaten endüstriyelleşmiş bir olgudur. Bunu kabul ediyoruz. Bizim itirazımız halkın takımıyız diyerek ortaya çıkıp da ahlakımızı yitirmemiz tehlikesidir. Bırakalım onlar istedikleri kulvarda büyük kalsınlar. Eğer aynı oyunu bu masada onlarla oynayacaksak oynayalım ama başarı kriterlerini biz belirleyelim. Onların kurallarıyla kaybederiz bu doğal. Kendi kurallarımızla ise ancak aykırı kalmayı becerebiliriz ki karşı tarafta ki galibiyet duygusunu körelten bir etkendir bu. Onunla aynı olmadığını hissettirmek, farklılığını ortaya net ve kesin koymak sermaye piyasasında ses getirmeyecektir belki ama bir de halk var… Halklar var. Dünya halkları kendi doğal ahlakını koruyan bir Beşiktaşı endüstriyel bir marka olmaya çalışıp da ezilen bir Beşiktaş’a tercih edecektir.

Kendi ahlakımızı koruyarak endüstriyel futbol tarihine kıçı kırık bir sıra markası olarak kaydedilmek yerine halkların tarihine onun ahlak ve felsefesini endüstriyel ahlaka dayatmış en son barikat olarak yazılmak… Tercih bizim.

Reddediyoruz...

FB-Kayseri maçından sonra emin olduğum birşey vardı. Ertesi gün biz ve GS, deplasmanda oynayacağımız her iki maçı da kazanacağız. Bu zorunlu hale gelmişti çünkü FB-Kayseri maçının hakemi kendisine verilen talimatı uygularken tıpkı züccaciye dükkanına girmiş bir fil gibiydi. Perde arkasındakilerin önündeki perdeyi aralamayı bırakın neredeyse kilotlarını bile kıçlarından söküp alacak kadar hoyrat davranınca bu pisliği örtebilmek için tek bir çare kalmıştı; aynı hatalar diğer iki maçta da yapılacak ve seslerinin kesilmesi sağlanacak.

GS'nin fili ilkinden daha öküz çıktı. Rafları indirmekle kalmadı dükkanı da yıkıverdi. Ancak bu oyunu bilmeden Beşiktaş bozdu ve takke düştü kel göründü. İlk onbeş dakikada işi bitiriverince ortalıkta kıyak yapılacak bir zemin kalmadı.

Üç takımın da kazanacağı bu haftada Beşiktaş'ın zaten şansının pek olmayacağı hesabına dayanarak tasarlanan bir tezgah da böylelikle tezgahlayanların kafalarına geçti. Pisliğe ortak edilmek istenilen Beşiktaş bu lağım çukrunun üzerinden atlayarak geçince endüstriyel kıçlarının iki kanadı da açıkta kalıverdi cıscıbıl:
FB ve GS

Şimdi hayırlı uğurlu olsun iki büyük projeniz. Bu iki büyüğün aslında genel helaların fiyat tabelalarında yazan anlamda "Büyük" oldukları belli oldu. Fiyatları da karşılarında yazıyor.

Lige gelinirse...

Bu ligin iki şampiyon adayı vardır artık. Beşiktaş ve Sivas. Lig bitiminde bu ikisinden üstte olan lig şampiyonudur.

Artık şerefli ikincilikler devri kapanmıştır. Bu tarihten itibaren "Şerefli üçüncülükler" devri başlamıştır.

Ve biz asla endüstriyel futbol kartelinin sıçtığı büyük olmayacağız.
REDDEDİYORUZ!

Beşiktaş taraftarı olmak...

Taraftar konusunu biraz deşelemek istiyorum arkadaşlar. Biliyorum, biraz netameli (tekinsiz) bir konu ancak son yıllarda, özellikle Beşiktaş taraftarı olarak belli kavramlar üzerinde yoğun bir belirsizlik içerisine girdiğimizi düşünüyorum. Birer taraftar olarak tek tek ve bir merkezin etrafında birikmiş bir kitlenin parçası olarak gerek yüzümüzü döndüğümüz merkezle ve gerekse içinde yer aldığımız kitlenin bütünüyle olan ilişkilerimizin, algılarımızın, görev ve haklarımızın yeniden tanımlanması gerekiyor. Öyle ki artık ne olduğumuzu, ne olmamız gerektiğini bilmemiz, anlamamız ve ona göre davranmamız sanki şart oldu.

Önce bilinen klasik tanım ve söylemleri hızla atlayalım. Taraftar şudur,budur; Beşiktaşlılık şöyledir, biz buyuz, onlar budur kalabalığından sıyrılalım ve öyle bir bakalım.

Beşiktaş’ın şöyle böyle kabaca 10 ile 15 milyon civarında bir taraftar kitlesine sahip olduğunu biliyoruz. Diğerlerinden öne çıkan birtakım nitelikleri onu diğerlerine göre biraz daha farklı kılıyor ve bununla da övünüyoruz. Nedir bunlar?

Bir kere söylemleri, sloganları ve söylediği tribün şarkılarıyla-marşlarıyla (Lütfen beste demeyelim şunların hepsine) en yaratıcı taraftar kitlesi olduğu yönünde neredeyse ulusal bir mutabakat (fikir birliği) mevcut. Tribünlerinde en fazla sesi çıkarmasıyla da ünlüdür Beşiktaş taraftarı. Ayrıca futbol dışı sosyal konulara da son derece duyarlı ve kısmen de olsa “Sol” bir söylem geliştirmiş, kendilerini “Halk” ve takımlarını da dolayısıyla “Halkın Takımı” olarak nitelendirmişlerdir. Kitlelerin yoğun olarak odaklandığı her ortama sızmak ve kendisine kitle tabanı yaratmak isteyen faşizmin bu yöndeki çabalarına da yüz vermemiş ve içerisinde barındırmamayı başarmıştır. Peki biz bunları nereden biliyoruz? 10-15 milyonluk bir kitle olarak periyodik taraftar toplantıları mı yapıyoruz? Tavrımızı belirleyen bu özellikleri kimler ve nerelerde belirliyor da bizler bunları kabullenip uygulamaya geçiyoruz? Bu işin pratiği nedir?

Bu işin pratiği 35 bin kişilik İnönü Stadyumudur. Dillere destan Beşiktaş taraftarını somut olarak görebilmenin, onları izleyebilmenin, ne dediklerini anlayabilmenin tek kaynağı İnönü Stadyumunda senede belki 20 kez toplanan 30-35 bin kişinin medyaya yansıyan ses ve görüntülerinden ibarettir. Biraz daha daraltırsak o 35 bin kişilik kitleyi yöneten İnönü Stadyumu kapalı tribünüdür. Daha da daraltırsak İnönü Stadyumu kapalı tribünlerinin ortasında yer alan ve adına “Kutu” denilen birkaç bin kişilik bir bölge ve orada toplanan o birkaç bin kişidir. O birkaç bin kişi de kendilerine “Çarşı” diyen Beşiktaş semtinin çocuklarından ibaret bir taraftar grubudur. Onlara göre Çarşı bir ruhtur. Beşiktaş’ın cesur kalbidir. Herkes Çarşı olamaz onlara göre ancak herkes Çarşıya saygı ve sempati besleyebilir, onların ardından ve onların yönlendirmeleriyle belirlenmiş slogan ve şarkılara eşlik edebilirler. Onların tesbit ettiği organizasyonları disiplin içerisinde uygulayarak görsel ve işitsel şovlar yaratabilirler. Geride kalan milyonlarca “Çarşı olmayan…Olamayan” Beşiktaş taraftarı da kendilerini taraftarlığın somut pratiği olan stadyumlarda layıkiyle temsil eden bu taraftar grubunun yönlendirdiği eylem ve söylemleri seyredip mutlu olurlar, gururlanırlar…
Milyonların kendilerini hayatın somut pratiğinde temsil edebilmesinin pratik yolu budur zaten ki olması gereken de budur; eğer ki taraftar olarak başkaca bir niyetiniz yok ise.

Milyonları temsil etme sorumluluğuyla donanmış (Ya da bu sorumluluk üstüne yıkılmış) bu tür öncü güçleri bekleyen bazı tehlikeler vardır. Sosyal tarihte bunun örnekleri sıkça görülür. Nedir bunlar?
Nisbeten hayatın zorlamasıyla doğan ve gelişen öncünün temel gücü çabuk karar verip hızlı hareket edebilmesi ise temel zaafı da örgütlenme ve iktidar sorunudur. Eğer ki temel zaafını halletmeden gücünü kullanmaya kalkışırsa o gücün yöneleceği hedeflerin neler olabileceği konusunda ki iradesini de kullanmakta oldukça zorlanır. Bu da ya iktidarı ilk yönelttiği hedeflere teslim etmeye ya da iç çatışmalara ve çözünmeye yol açabilir ki yok oluş sürecinin başlangıcı da budur. Bunun için ilk çare liderlik sorununun halledilmesidir. Pop yıldızı gibi oramıza buramıza astığımız Che Guevara örneğini o güzel posterinin ardına geçerek incelemeyi becerebilirsek ne demek istediğimi daha iyi anlayabiliriz. Sağlam (Bizim sağlam değil bu) bir fikir temelinde sağlam bir liderlik ile öncülerin kitleleri alıp nerelere taşıyabileceğinin örnekleri işte o posterin arkasındadır. Gidin ve bakın derim ben.

Felsefe düşünsel altyapıdır ki biz buna sahibiz. Bu çok değerli bir mücevherdir. Emin olun ki herkeste bulunmamaktadır. Yalnız, bu değerli mücevheri işlemesini becerip de gözler önünde sergileyemezsek, ardı boş, hamasi gevezelikler (çoğunlukla yapmaya başladığımız gibi) ve düşünsel sapmalar ve de gürültülü bir parçalanma süreciyle boyun eğmeye kadar varacaktır.

Bütün bu lafları niye ediyorum? Şu anda bizim yaşadıklarımız işte bunlardır. Madenimizdeki ham cevheri çıkarıp şöyle bir kolumuza sürterek parlattık. Bu parlaklık ilk başlarda herkesin gözünü aldı almasına da şimdi onu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız. O cevheri işleme ve sahip olma yönünde ortaya atılan fikir ve projeler saçma sapan, aptal şampiyonluk kuyruğu kavgalarıyla…
Konuyla hiçbir ilişkisi olmayan zavallı birkaç işçinin (futbolcularımızdan söz ediyorum) yeteneklerine küfürler sıralamakla… Yetmedi birbirimizle iktidar ve “az bağırdın-çok bağırdın” mücadeleleriyle…
Karşı olduğumuzu haykırmayı pek de sevdiğimiz endüstriyelleşmenin ne menem bir halt olduğunu dahi anlamak zahmetine katlanmadan formalarımızın markasından lisanslı ürünlerin fiyatlarına, stadyumun tuvaletlerinden (sanki onlar pis olarak inşa edilmişler gibi) girip sandviç büfelerine kadar bir vandalizm rüzgarı yaratmakla…
Kapalının üstünün ne kadar kapalı olduğu, desibeli artırmaya yetip yetmeyeceği ve beton yorgunluğu gibi bilimsel! argümanlarla sermayenin değirmenine su taşıma kuyrukları oluşturmakla sulandırılıp etkisizleştirilme tehlikesiyle karşı karşıyayız.

Hepimizin ortak sevdası olan Beşiktaş’ımızı seveceğiz derken, onu alıp kimselerin ulaşamayacağı mertebelere yerleştireceğiz derken, bizim sevdamız bütün halkın sevdası olacak derken bir de bakmışız ki endüstriyel futbol “Eros” pusunun okları bizzat kendimize dönmüş ve sıkıp durmakta.

Bir de bakmışız ki artık biz sadece kendimizi sever olmuşuz. Bu sevdamızı birbirimize ispat kavgasını yerlerde sürünen Beşiktaşlılık değerlerinin üzerinde acımasızca tepinerek sürdürmekteyiz. Bu kavga sonunda elimizde kalacak olan sadece ve sadece “Bizim Beşiktaş’ ımızın” ezilmiş cenazesi ve “Onların Beşiktaşının” gürbüz bebeği olacak.

Sözünü ettiğim tehlikeler bunlar.

Son söz:
Beşiktaşlılık bir ruhtur.
O ruhu yüceltmeye muktedir olan tek güç bu ruhu içlerinde saf ve katıksız olarak taşımayı becerenlerin örgütlenmiş gücüdür.
Bu ruh sarhoş naralarıyla kan dökerek, onu bunu yıkarak değil sahip olduğu değerlerin neferi gibi çalışmaya bir yerleri sıkanların ruhudur.
Yapılması gerekenler ortadadır.
Yapılması gerekmeyenler daha bir ortadadır.
Beşiktaş taraftarı olabilmemiz için önce ortada bir Beşiktaşın olması gerekiyor.
Sadece Beşiktaşın…

İki felsefe; İki örnek figür...

Hep dediğim bir şey vardır benim. Beşiktaşlılığı, Fenerbahçeliliği ve Galatasaraylılığı salt takım tutmak sevdasının ötesinde görürüm; bunların aynı zamanda toplumumuzda yaygın üç temel felsefeyi de ifade ettiğini, meseleye bu açıdan bakmanın toplumumuzu daha iyi analiz edebilmenin bir yöntemi olabileceğini savunurum. Tabii ki bunlar birer şablondur. Tek tek her figür bu şablonlarla birebir uyum sağlayamayabilir. Bunlar zaman zaman kafamızı karıştırsalar da duruma daha genel düzeyde bakıldığında gerçeği daha net görebiliriz. Örneğin Beşiktaşlı olduğunu söylediği halde Beşiktaşlılık şablonunun -ki biz buna genel olarak “duruş” diyoruz- az ya da çok dışına taşan ve bizleri utandıranlar olduğu gibi, neden Fenerbahçeli ya da Galatasaraylı olduklarını anlamakta zorlandığımız çok tanıdığımız, eşimiz-dostumuz vardır etrafımızda. İşte bu tür taşmalar yüzünden sınır çizgilerinin flulaştığı bu temel alanları kuşbakışı baktığımızda daha net görebiliriz. Bunun için simgelere, örnek kişiliklere bakmak gerekiyor.

Bir televizyon kanalında bir spor programı.
Galatasaray’ın Başkanı yeni seçilmiş ve Abdürrahim Albayrak’ın son anda nasıl ve neden devre dışı bırakıldığı konuşuluyor. Programın sunucusu, A.Albayrak’ın istenmeme nedeni olarak yönetim içerisinde ki “Beyaz Türkler” olarak nitelediği birkaç kişinin züppeliğini görüyor ve halkın A.Albayrak’ı çok sevdiğini ve de istediğini ama kendisinin halk tipi, dil bilmez, oturup kalkmaktan bihaber, kıro, maganda birisi olarak görülmesi nedeniyle Galatasaray yöneticiliğine layık görülmediğinden dem vuruyor. Albayrak’ın nitelikleri hakkında ki bu argümanlar tartışılabilir elbette ama mesele o değil. Asıl mesele “Gerçek” bir Galatasaray’lının bakış açısını tam olarak yansıtan Osman Tanburacı’nın şu tavrıdır:
“Ne halkı kardeşim!.. Banane halktan… Burası Galatasaray… Yönetici olabilmenin belli nitelikleri, ilkeleri vardır. Halk işine bakacak…”

Galatasaraylılık budur!..

İkinci örnek, tarih olarak biraz eski olsa da tavır son derece güncel.
Burada da kahramanımız! Gerçek Fenerbahçeli bir gazeteci-yazar olan Emre Aköz.
Bu zat-ı muhterem, geçmişte Fenerbahçe’nin Manchester United ile deplasmanda oynayacağı bir maç öncesi köşesinden Fenerbahçeli futbolculara verdiği müthiş! Tavsiye ile Fenerbahçelilik felsefesinin temel ipuçlarından birini de veriyor bizlere. Şöyle diyor maç öncesi köşesinde:
“ Efendim, bu adamların en tehlikeli yıldızı şu anda M.Rooney. Bu genç oyuncunun kendinden oldukça yaşlı kadınlara olan düşkünlüğü İngiliz basınında bolca yer aldı geçenlerde. Kendisinin yaşlı fahişelerle yaptığı alemler dillere düştü. Bu gibi durumlar için İngilizlerin bir sözü vardır. Bu tür kişilere “Mother F…..r” derler (Kendisi bu sözü yazısında açık seçik kullanmıştır). Çok ağır ve aşağılayıcı bir küfürdür emin olabilirsiniz. Şimdi Fenerbahçeli futbolculara tavsiyem; maç esnasında Rooney’e her yaklaştıklarında –Ama hakeme asla hissettirmeden- sürekli bu sözü söylerlerse kesinlikle sinirlenip oyundan düşecek ve büyük bir ihtimalle de kırmızı kart görecektir. Bu da benden bir katkı olsun Fenerbahçemize.”

Fenerbahçelilik de budur!..

Son olarak da R.Carlos’un İspanyol gazetecilere yaptığı şu açıklamanın yorumunu da sizlere bırakıyorum; ben yoruldum.

Fenerbahçe'nin Ronaldinho'yu almak istediğini belirten Carlos,:
''Büyük bir kulüp yaratmak isteyen bir başkanımız var. Çok fazla parası var. Başkan bize kötü dönem geçirdikleri zamanlar olduğunu da söyleyerek, şöyle demişti;
‘Bak şimdi Real Madrid'in bütçesi ne kadar, 300 milyon Euro. Manchester United aynı şekilde zengin, ama Fenerbahçe'de harcamak için 180 milyon Euromuz var. Her şeyi yaptığınız için burada olduğunuzu sanıyorsanız hepiniz yanılıyorsunuz. Eğer herkesi kovmam gerekiyorsa bunu yaparım ve şu anda dünyanın en iyilerini getiririm.’
Böyle bir başkanımız var işte."

Projemizi kim çalıyor?..

Israrla birkaç yazımda kullanmıştım; tekrar edeyim, yeri geldi. Adnan Menderes zamanında aynen şöylemişti:
Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz...

Yani anlamı şudur; Halkın yapacağı herşey tehlikelidir. İzin verilmemelidir ve gerekirse engel olunmalıdır. Ama şartlar illa ki de zorluyorsa yapılması gerekeni halka bırakmadan kendimiz yapmalıyız ki direksiyon elden gitmesin yoksa külliyen(toptan yani) göçer gideriz.

İşte halkın talepleri ile endüstriyel taleplerin çakıştığı nokta tam burası.
Bu işi bizim yani halkın yapmasına izin verilmez. Engel olunamayacak kadar güçlü bir talepse alır kendileri yaparlar ve bize yani halka bırakmazlar.

Burada Fenerbahçe'yi ya da Aziz Yıldırım yönetimini salt Beşiktaş'ımızın rakibi olarak görüp konuya bu şekilde yaklaşmak büyük yanlışlık olur. Burada projemizi çalan onlar değil onların öncülüğünde ki endüstriyel futbol sermayesidir.
Çaldıkları yer de Beşiktaş değil halkın ta kendisidir.

Bu yüzden bu projenin yönetime sunularak izin alınmasını beklemek konusunda ki karamsarlığımı belirtip yeni açılımlar beklediğimi söylemiştim.

Cem Dizdar'lar, Nilay Yılmaz'lar, ıvır zıvırlar bu işe sahip çıkmaz boşuna beklemeyin. Onların beslendiği damarların kan pompalandığı yere bakın anlarsınız neden sus pus olduklarını.

Kolaydır Beşiktaş üzerine hamaset yapmak, göz yaşartıcı cümleler kurmak. Bunun için para alıyorlar. Aldıkça da söyleyecekler.

Yiğit er meydanında belli olur demiş atalarımız. Erleri hep beraber görüyoruz ve görmeye de devam edeceğiz. Nüfus kağıdına yazdırmakla olunmuyor.

İş Beşiktaş'ın erlerine düşüyor artık. Hiçbir çıkar gözetmeden, salt sevdasının peşinden koşan yiğit Beşiktaş erlerine;
Halka düşüyor...

ve Halk izin almaz yapar...

Beşiktaş'lı seyirci değil taraftardır.

Seyirci ile taraftar arasındaki ayrım Bursa maçındaki Fenerbahçe 'seyircisi' ile her maçtaki Beşiktaş taraftarı arasındaki farktır. Biri stada 'sosyalleşmeye' diğeri sevdiği ile kavuşmaya ve ona göğsünün son hançeresin-deki sevgisini haykırmaya gelir. Beşiktaşlılar diğer bütün takımların bütün taraftar grupları için ya gıpta edilen, ya kıskanılan ya da taklit edilen bir fenomendir.

Şimdi Beşiktaşlılar yepyeni bir projeyle bir kez daha "öncü" konumlarını pekiştiriyorlar. Beşiktaş taraftar projesi 310 bin üyeyi geçti. Hedef 3 milyon üye kaydetmek. Futbol tarihinin en büyük sivil toplum hareketini hedefleyen Beşiktaşlılar aslında örnek bir örgütlenmeyi hayata geçiriyor. Bu harekete önderlik eden isimler arasında Adnan Bostancıoğlu, Feridun Düzağaç ve Zeki Demirkubuz gibi Beşiktaşlı aydınlar, Ayhan Güner, Cem Yakışkan gibi Çarşı'nın saygın isimleri ve projenin yürütücüsü Beşiktaşlılar var.

Proje kapsamında her Beşiktaşlı taraftar kendi başkanını seçebilecek, isterse aday olabilecek. Söz, karar ve yetkiyi paylaşacak. Bu hakka sahip olmak için 3 yıl boyunca aidat ödemesi yeterli olacak.

Beşiktaş Taraftar Projesi il ve ilçelerde temsilciler vasıtasıyla örgütleniyor. Her il ve ilçe için kime başvurulacağı ve nasıl üye olunacağı bjktaraftarprojesi.com adresinde ayrıntılı biçimde tanımlanıyor.

Bu projenin yürütücüleri sağlanacak aidatlarla Beşiktaşlılar için dergi, sempozyum, kitap, dayanışma ve hatta maddi büyüklük ölçüsünde daha iddialı projeler geliştirmeyi amaçlıyor. O giderek aşınan ama muarızlarının bile kabul ettiği Beşiktaşlı Duruşu'na ilişkin yeni bir anlayış, ahlak ve fair play anlayışını hakim kılınması hedefleniyor.

Kalıcı ve kurumsal bir taraftar bloğu örgütlenmesi ile "son barikat'ın tahkim edilmesi söz konusu. Hiçbir Beşiktaşlının kayıtsız kalamayacağı yepyeni bir süreç başlıyor. Peki kim mi onlar? İşte sitelerinden yanıtları: "Tribünde bir doktordur, işçidir, iş adamıdır, okuma yazma bilmeyen bir sokak çocuğudur, profesördür. Omuz omuza zıplayıp "Beşiktaş'ım benim biricik sevgilim" diye gözünde yaş, gırtlağını yırtan Solcusudur, Sağcısıdır, Ateistidir, Hacısıdır, Müslüman'ıdır, Ermeni'sidir, Yahudi'sidir, Hıristiyan'ıdır. Irak işgalinden önce Savaşa karşı duran yurtseverlerin yanındaki ruhtur. Mitinglerde "BEŞİKTAŞLIYIZ, SAVAŞA KARŞIYIZ" tezahüratlarında, Tribün'de "Savaşa HAYIR", "Amerikan Şahinlerine karşı Karakartallar" pankartlarıyla tepkisini koyandır. Bir F-16 burnuna yapılmış Kartal'dır. ÇARŞI'nın "A"sını Aykırılığın ve Asiliğin "A"sıyla yazan, güce tapmayan isyankârlıktır.

"Siyah Beyaz Ölüm Yaşam" diyen felsefedir. Delikanlılığı da hayat felsefesi olarak benimseyenlerdir. Sevinmek için sevmeyendir, inadına inançla bağlı olandır. Nazım Hikmet'in "ASLOLAN HAYATTIR"ına tribünlerin Hacı Babasıyla "HAYATTA BEŞİKTAŞ" diye ölümsüzleştirenlerdir. "ÇARŞI, MUSTAFA KEMAL HARİÇ HERKESE, HATTA KENDİNE DE KARŞI" diyen aykırılıktır. Tribüne boydan boya "Ölüm Ne Zaman ve Nereden Gelirse Gelsin; Mezarıma Siyah Beyaz Güller Atılacaksa, Mezar Taşıma BEŞİKTAŞ Yazılacaksa, Böyle Ölüm Hoş Geldi Sefa Geldi..." yazan ölümsüz sevgidir. ÇARŞI ruhu BEŞİKTAŞ'IN uslanmaz asi ruhudur... BEŞİKTAŞ'INI taparcasına seven çılgın aşığıdır."
25/02/08 (Rıdvan Akar-Birgün)

İnönüyü yıkmak...

Bu konu artık batıya giden bir geminin güvertesinde doğuya doğru koşmaya benzedi.
Yıkıp yenisini yapmak isteyenlerle istemeyenlerin tartışmaları pratik olarak pek bir anlam taşımasa da yine de bu, biz doğuya koşanların kişisel fikirlerini bildirmelerine engel değil. Bu nedenle ben konuşmaya devam edeceğim; her ne kadar hayatın pratiği altında ezilecek olsam da hiç değilse tarihe düşülen notlardan biri olurum.

Önce neye karşı olduğumu açıkça ortaya koyayım sonra da kendimce gerekçelerimi sıralarım.

Beşiktaş’ın yeni ve modern bir stadyuma sahip olmasını, taraftarının burada maçları rahatça izlemesini ben de isterim. Bunun için eldeki eskinin yıkılması ve yerine son derece modern ve ihtiyaçları karşılayan, üstüne üstlük bir de gelir getiren yenisinin yapılması olanağı varsa yapılması gereken budur; meğer ki sahip olduğunuz eski stadyum bir Ali Sami Yen, bir papazın çayırı, bir Zeytinburnu ya da Kasımpaşa stadyumu olsaydı. Ama elimizde ki eski stadyum bir Dolmabahçe klasiği, dünyanın en güzel stadyumu olarak tescili yapılmış bir İnönü stadyumu ise orada biraz durur düşünürüm ben arkadaşlar.

İnönü stadyumuna eskiden yapılmış ama artık zamanını doldurmuş köhne bir mimari yapı muamelesi yapmak, durduğu yere sadece bu yönden bakmak salt kişisel tercihlerle açıklanamaz.

Modernizm 60’larda başlayıp 2000 lere kadar hükmünü sürdürebilmiş, tarihin derinliğiyle kıyaslandığında son derece sığ kalan bir dönemdir. Bu dönemden kurtulma çabalarına henüz bir isim konulamadığından yuvarlak olarak adına post-modernizm yani modernizm ötesi denilen farklı bir çağ yaratma sürecine girmiştir insanlık kültürü. Ancak klasisizmin ağırlığını dengeleyecek unsurları henüz üretemediğinden ve karlılığın sürekliliğini de bozmak istemediğinden konforu ön plana çıkarıp modernist yaklaşımlarla yaratılan ucubeleri pompalamayı da sürdürmekten geri kalmamaktadır. (Uzay mimarisi, camdan köşkler, plazalar vs…)

Klasik dönemin nadide sayılmasa da benzerleri arasında tek olma özelliğini sürdüren son eserlerinden olan İnönü stadyumuna ben bu açıdan yaklaşmayı uygun görüyorum.

Buraya kadar söylediklerim Beşiktaş olarak üzerine konduğumuz bu mirasa ilişkin kaygılarımdan ibaret. Özel olarak yani salt bir Beşiktaş’lı olarak ise bir yerlerde yapılabilecek olan müthiş modern bir stadyuma, onun getireceği rahatlık ve ranta söyleyecek bir sözüm yoktur. Kişisel tercihimi soran olursa elimizde ki mirasla övünmeyi ve onun en verimli bir biçimde kullanılabilmesi için gerekli yatırımların yapılarak, eksiklerinin giderilerek, giderilemeyecek olanlarından da fedakarlık yapılarak elimizde tutulmasının ayrıcalığından mahrum olmak istemediğimi söylerim.

Bunun adına tutuculuk ya da gericilik diyenler çıkabilir elbette. Bir anlamda doğru da.

Burada tuttuğum insanlık kültürünün bize miras bıraktığı son eserlerinden biridir. Geride kalmamın sebebi de, kültürel kral yolunda yürümeyi globalist sermayenin kar hırsıyla inşa ettiği otobanda rüzgara inat sürat yapmaya tercih ettiğimdendir.

Büyük taraftar projesinin hedefi ve saldırılar

Büyük taraftar projesinin önümüze getirildiği ve ne olduğunu kavrayabildiğimi sandığım andan itibaren bu projenin tam bir destekçisi oldum ve olmayı da sürdürmekteyim. Yeryüzünde böyle devrim niteliğinde bir çıkışı becerebilecek taraftar kitlesinin çok az olduğuna ve ülkemiz özelinde de bu işe baş koyabilecek tek taraftar grubunun Beşiktaş taraftarı olacağına inanıyorum. Ancak;

Endüstriyelleşmenin kıskacında ki bir olgunun salt gönül, sevda ve fedakarlık silahlarıyla, birkaç kişinin sırtına yüklenerek sökülüp alınacağına dair ciddi endişeler taşıdığımı da her zaman belirttim.

Küresel düzeyde son derece sağlam yapılanmaların içiçe geçerek berkitildiği, son derece güçlü örgütlenmeler ve işbirlikleriyle inşa edilen küresel bir imparatorluğun elinden lokmasını almak için romantizmden daha fazlası gerekiyor. Örgütsüz olarak çıkılan bir yolda elbette ki bugün geldiğimiz noktayı aşamayacağımız, daha ulusal medyada dahi tek kelime yer bulamadan bu tür öncü medya güçleriyle yolumuza taş konulacağı hiçbirimiz için sürpriz olmasa gerek.

Bunlar önemli değil; şimdilik!.. Bu tür arkadan vurma görüntüsünde olan ama aksine tam cepheden gelen kalleşlikleri bir şekilde bertaraf edebiliriz belki ama ya sonrası?

Projenin hedefi hepimizce malum. Kendi sitesinde ki banner da bile açık seçik belirtilmiş. Bu hedefleri gerçekleştirmek yolunda verilecek ciddi bir mücadelenin ciddi sonuçları karşısında olabileceklerin ipuçlarını, projenin dayandığı ana güç olan taraftarın ( taraftar derken sadece Beşiktaş taraftarından sözediyorum) gizlice arkadan kuşatılma operasyonlarından rahatlıkla görebiliyoruz artık. Nedir Bunlar?

Önce, bir kulübün geleneksel yöntemlerle sözde mücadele vererek, bir “malzeme” olarak katıldığı büyük endüstriyel yemek kazanının içine Beşiktaş taraftarı ezber bozacak çeşniler katmaya ve giderek kendisi bizzat ezber bozan bir güç olarak yemeğe müdahale etmeye başlamıştı artık. Bu gücün varabileceği muhtemel hedefleri bizden daha önce öngören kazan sahipleri ise önlem almakta gecikmedi elbette.

İlk olarak “Sporda şiddet yasası” nın kendine özgü bir yorumuyla tribün liderlerini tasfiye ettiler. Bunun sonucu olarak kıymetli asma köprülerinden uygun adım yürüyen taraftarı adi adım yürüterek köprülerini sağlama almakla işe başladılar. Ardından Vedat (Benakay) kardeşin başlığında da görebileceğimiz gibi tribünlere pankartların sokulmasını yasaklama gibi bir diğer operasyonla adi adım yürümeye başlayan (maalesef) taraftarı sessiz sedasız oturtmaya çalışıyorlar.

Stadyumda konfor arayan, bu nedenle köhne! Stadyumun yıkılması için yırtınan taraftara karşı her zaman kullandığım temel argümanım olan “Amerikan beyzbol seyircisi” profilinin, taraftar mabedleri yerine konforlu ticarethanelerinde uslu seyirci haline getirilmesi için ilk tasfiye edilmesi gereken çıban başı olan Beşiktaş taraftarı böylelikle istenen kıvama ve lezzete gelebilecekti; kaynattıkları aşın tadını bozamayacaktı artık. Bunu “şimdilik kaydıyla” da başarmış görünüyorlar.

Şimdi ise tribünlerde seyirci olmaya mahkum edilmek istenen bu taraftar kalkıyor, adamların iktidarına göz dikiyor. Yani gücünün farkına varıyor ve bu gücü kullanmaya karar veriyor. Peki nasıl yapmayı planlıyor bunu?

İşte ıstırabımız da tam burada başlıyor.

Bu projenin uygulanabilirliği yönünde en büyük zaafı, gerçekleştirilebilmesinin savaştığın gücün onayına bağlanmasıdır. Bir zamanlar, arkasında ki büyük parlamento çoğunluğuna güvenerek “Bu ülkeye komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz” diye meydan okuyan Menderes gibi böyle bir proje uygulanacaksa onu da biz uygularız diyen (Bkz. Aziz Yıldırım taraftar projesi) bir güçten işbirliği talebidir en büyük zaaf.

Zaten bu zaafiyetin çok iyi farkında olan proje mimarlarından Özer Özçetin hocamızın projenin sitesinde yazdığı (Ama şimdi bulamadığım?) “Beşiktaş’ın aşığı kartal yürekliler” başlıklı yazısında bu endişeleri kendisinin de paylaştığını ve “Eğer” kulüp yönetimince kabul görmezse farklı alternatifler sunduğunu görebiliriz.
“…Burada beklenen beklediğimiz veri tabanı oluşturmak sayımızı bilmek tespit etmektir.Ondan sonraki aşamada kulübümüze ön anlatımını yaptığımız isim listesini sunup proje nasıl hayata geçeri tartışmak tartıştırmaktır.Burada ciddi olarak kulüp buna eğilir belli hesap yapıp şu kadar kişi ile şu bütçe oluşuru, anlar ve mantıklı bulursa zaten herşey resmi yürüyecektir.Yok eğer kulüp biz bu işlere girmiyoruz derse o zaman tüm temsilcilerle buluşup taraftara açık bir panel yapacağız,insan gücümüz neyi becerir neyi başarırı tartışıp işi tüzel kişilik üzerinden yürütmeye çalışacağız.Genel kabul görürse,işin para ve bütçe ayağını harekete geçirmek için bir fan kulüp kuracağız.Burada toplanacak rakamları ya kulübe aktaracağız,ya bir iki şubeyi alacağız veya transfer yapıp kulübe hediye edeceğiz veyahutta okul kuracağız… (Özer Özçetin)”

İşte benim kişisel olarak desteklediğim ana fikir de bu alternatiflerden birisi olarak öne çıkıyor.

Bu projeyi kulübe sunmak ve kabul görmesini ummak gibi bir hayale kapılmadan, hemen kurulacak bir tüzel kişilik (Taraftar derneği ya da şirket) üzerinden yürütmek. 300 bini aştığı söylenen gönüllü sayısını 500 bin olarak hedefleyip , 20 milyon dolar nakit ve bir milyon dolarlık aidat gibi dev bir bütçeyle şubelerden birkaçının mali ve idari yükünü “tüzel kişilik” olarak üstlenmek.

Eğer sadece futbol taraftarı değilsek.
Eğer Beşiktaş armasının olduğu her yerdeyiz diyebiliyorsak.
Bu projenin yol haritasının sadece bu olması gerektiğini savunuyorum.
Böylelikle etrafımızı sarmaya çalışanların gitgide daralan çemberinin bu zayıf noktasından (Amatör şubeler) kırılabileceğini ve kendi çemberimizi oluşturma sürecinin bu şekilde başlayacağını düşünüyorum.

Bu süreç, yine “şimdilik” kaydıyla itin köpeğin ilgi alanı dışında kalacağından bu işe baş koyanların incitilmesinin ve en aşağılık yöntemlerle engellenip küstürülmesinin de önü alınabilir.

Para ligi ve iki büyük...

Fenerbahçe Spor Kulübü, dünyanın en çok kazanan futbol kulüpleri arasına girmeye aday oldu.

''Footbal Money League'' (Futbol Para Ligi) araştırmasının 2006-2007 sezonu sonuçları yayımlandı. Deloitte Spor Sektörü Grubu'nun her yıl gerçekleştirdiği çalışmanın, 2006-2007 sezonu finansal verilerine dayanarak hazırlanan araştırmasında Fenerbahçe'nin 87,2 milyon Avroluk gelirle önümüzdeki yıllarda dünyanın en çok kazanan futbol kulüpleri arasına girmeye aday olduğu belirtildi.

Transfer geliri gibi bazı gelirlerin kurallar gereği eklenmediği tabloda Fenerbahçe 87,2 milyon Avro ile yer aldı. Bu tutar, Fenerbahçe'nin futbol dışı gelirlerinin ve bütçesinin tamamını içermiyor. Beş şirketinin gelirlerini de içermiyor. Hesaplamalara tüm şirketlerin toplam gelirlerinin sadece temettü şeklinde kulübün gelirleri içine yansıyan tutarlar giriyor. 87,2 milyon Avro ile listede 25. sırada olan Fenerbahçe'nin altında Benfica, West Ham United, Manchester City, Aston Villa, Everton gibi dünyanın en ünlü kulüpleri yer alıyor.

Daha önce yazmış olduğum bir yazıda neden sadece iki büyük bırakılmak istendiğine dair bir analizim olmuştu. Bu tür hassas bir operasyonun durumdan birinci derecede çıkar sağlayacak olan sermayenin denetiminde gerçekleştirilmeye çalışılması büyük riskler taşıyacaktır haliyle. Bu nedenle sac ayağının diğer unsurlarının da bu mekanizmaya dahil olması kaçınılmaz olacaktı.

Uvertur olarak Ulusoy federasyonunun tüm beceriksizliklerine karşın başlattığı sürecin artık daha ehil ellere teslim edilmesi zamanı gelmişti. İşte şimdi olgunlaşan meyva siyasetin tam kucağına düşmüş bulunmakta artık. Siyasi iradeyle içiçeliğinin iyice deşife olduğu yabancı sermaye ağalarının yerli iş ortakları ile organik bağlarını (Şeyh Maktum ve Aziz Yıldırım ortaklığı) artık görebiliyoruz. Bu iç içeliğin yol haritası Kartal görünümlü çakalların şoför mahalline oturtulmasıyla iyice netleşmeye başladı görüldüğü gibi.

Para ligine alınan güzide! kulübümüzün alınma kriterlerine bir bakalım.
Gelirler 87.2 milyon Euro imiş. Bu gelirlere sahip olduğu beş şirketin gelirleri dahil edilmemiş ama kulübün bu şirketlere olan ortaklığından alınan temettü gelirleri dahil edilmiş.

Burada sıkıntı nerede? Bir kere bu beş şirketin gelir kalemleri nelerdir?
Kulübün tüm giderlerinin yüklendiği bu şirketlerin ne geliri varmış? Hiç...
Ama gelirlerin tümü nereye kaydediliyor? Dernek statüsünde ki spor kulübüne.
Bu durumda gider olarak sadece transfer harcamaları olan (ki bunlar kural! gereği hesaba alınmıyor) ve diğer giderlerinin sadece bu şirketlere yüklendiği spor kulübü tüm gelir kalemlerini elinde tutarak bu müthiş karı elde ettiği gerekçesiyle pompalanmaya çalışılıyorsa bu işin ucunun aslında nerelere kadar uzandığını rahatlıkla görebiliyoruz.

Adı konmamış bir operasyonla devre dışı bırakılan Trabzon'sporun maç yayınları da artık durduruldu. Bundan sonra sıra kime geldi dersiniz? Taraftarın başlattığı büyük taraftar projesinin medyada hiçbir kabul görmemesine karşın aynı projenin Aziz Yıldırım tarafından gündeme getirilmesi üzerine kopacak yaygarayı tahmin edebiliyor musunuz?

Şanlı bir tarihin içinden tribünlerimize süzülen "Gündoğdu hep uyandık" marşımızın artık aynı şanlı tarihten gelen bir başka marşla birlikte harekete geçirilmesinin vakti gelmemiş midir sizce?

"Uyan artık uykundan uyan, uyan esirler dünyası
Zulme karşı hıncımız volkan, bu ölüm dirim kavgası"

Siyah-Beyaz çubuklu forma

Ana rahminin sıcak karanlığından gözalıcı beyazlığa avdetimizle başlayıp huzur dolu soğuk karanlığa duhulümüzle sona eren sürecin barkodudur siyah beyaz çubuklar.

Haykırarak fırladığımız güneşin altından sessizce çekiliriz yeraltına ki ne çok forma astık anılar dehlizine biz ve asmaya da devam ediyoruz hala…

Ahiretin kasalarından geçip okutana kadar bedelimizi meleklere,güneşin altında ödenecek çok borcumuz var daha.

İnsan olmak biyolojik bir tesadüf; iyi insan olmak ise iradi bir tasarımdır. Mevcut modellerden ilham aldığımız da olur, bazen de bizzat kendimiz model oluruz (ki sorumluluğu ağırdır). Tesadüfi organizmaların ortak paydaları menfaatlerin parıltısına doğru toplu bir yöneliştir ki bu seferberliğin çiğnediği güzergah ezilen değerler çöplüğü olarak uzanır gider tarihten geleceğe… Gönülleri de dümdüz etmiştir bu güruh; öylesine ki eskiye dair küçücük bir değerin dahi sığınabileceği hiçbir kıvrım kalmasın.

Bizim barkodumuz fazla eleman içermez. Hepi topu iki siyah arasında tek bir beyaz çubuk. Bütün tanımlamamız o üç çubuklu formaya kazınmıştır; dünyaya o parmaklıklar ardından bakarız ve ilmek ilmek ördüğümüz beyazlığın muhafazası tesadüf değil tasarım olduğumuzun garanti belgesidir.

Ne güzel türküdür o ve ne güzel de anlatır ortak kaderlerin yalnızlık için ettiği o anlaşılmaz ısrarı;

Rami kışlası kapısı
Islak yıldızlara bakar
Sarı duvarlar ardında
Askerler gülleri bekler

Rami kışlası kapısı
Ardında kapalı düşler
Işır gecenin koynunda
Doğunca ıslak güneşler

Malatyalı Vanlı Muşlu
Bir ranzada kurumuş üçlü
Benim sevdam daha içli
Diye yarışır yürekler

Kimi yorgun kimi tekin
Kimi ağlayacak dokun
Benim günüm daha yakın
Diye yarışır yürekler

Oysa benim sevdam sadece benimle yarışabilir ve tahliye olmak yoktur bu sevdadan; bunu bilmez mi bu yürekler?

Kendi yüreğimiz, kendi sevdamız… Hangisi daha büyük kim bilebilir ki?
Kimin günü daha yakın o son siyaha, kim iddia edebilir?
Sevda ortak, kader ortak…
Hepimizin hayatının barkodudur siyah beyaz çubuklu forma; işimiz ise bunu hiç unutmamak.

Bizimkiler...

Keşke herşeyi endüstriyel futbol gerçeğine yükleyip de ruhumuzu ferahlatabilseydik ama öyle değil işte.

Endüstriyel futbola karşı çıkmanın temelinde endüstriyelleşme olgusunun omurgasını oluşturan kapitalizme karşı olmak yatmıyor mu? O halde bu karşı çıkışın da temelinde anti-kapitalist bir tavrın olması gerekmez mi? Yoksa, doğası gereği karlı gördüğü her alana el atan, yatırım yaparak karını ve sermayesini büyütmeye çalışan büyük sermaye gruplarına niye kızalım ki? Onlar kendi hesaplarına göre, kendi çıkarlarına en uygun tavır içerisindeler zaten.

Burada sorgulanması gereken konu; Geleneksel insani değerler adına savunduklarımıza karşı dayatılan yeni ahlak biçimine karşı durup duramadığımızdır, yoksa parasını verip onun bunun formasına, mabedine adını yazanların hayatı yorumlayış biçimleri değil. O biçimi biliyoruz zaten. Kendimizi biliyor muyuz peki?

Bugün lisanslı ürünler adı altında zaten sahibi olduğumuz renkleri ve armayı çul çaput, çanak çömlek üzerine koyup % 500 ihtikarla yine bizlere kakalanmasına "Kulübüme destek oluyorum" mantığıyla sahip çıkan;

"İnönü yıkılsın yerine 50 000 kişilik stad yapılsın" diyerek, karşı çıkan herkesi de gerici olmakla itham eden;

"Yıldız futbolcu isterüz, şampiyonluk isterüz" diye kazan kaldıran;

Yıllarca Avrupa, Avrupa nidalarıyla inleyip de pek değer verdikleri Avrupa'nın en önemli ikinci kupasında yenilgisiz tek takım olarak yürüyen ve adını şampiyonluk adayları arasına bilek zoruyla kazıyan basketbol takımımızı bir kaç yüz kişiyle oynamaya mahkum eden, müthiş(!) desteğini onlardan esirgeyen büyük(!) Beşiktaş taraftarı kendini biliyor mu gerçekten?

"Bunun adı endüstriyel futbol değil sadece talandır"

Talan zaten endüstriyelleşme sürecinin lokomotifi değil midir? Şimdi incelmiş bir takım davranışlar Real Madrid ağayı, "Para bende" başlıklı görgüsüz talancılık kültüründen muaf mı tutacak yani?

Menderes, zamanında çok büyük bir parlamento gücüyle iktidardayken şunu diyor; "Bu ülkeye komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz".

Çok büyük sermaye güçlerine sırtlarını dayayanların "Vefa gerekiyorsa onu da biz gösteririz" ya da dayandığı çok büyük etnik kökenli taraftar gücünden ürktüğü için üç-beş kuruş para vererek formasına Unicef yazdırma gibi hayır gösterileriyle gözboyayanları aklayıp bizim azgelişmiş işbirlikçilerin acemiliklerini endüstriyel ahlakdan mazur göstermek ne kadar doğrudur acaba?

Takımının kaptanını takas aşağılamasına maruz bırakanlar... Vestelden yedikleri baba kazığın ardından "Ben Beşiktaş gibi büyük bir camianın kaptanını bu yolla alıp oynatmayı zul addederim" diyerek yüz şampiyonluktan daha büyük bir payeyi ıskalayanlar... Ben artık bunların hiçbirisine kızamıyorum bile. Onlar beslendikleri bataklıkta batmamak için kendi yaşam mücadelelerini veriyorlar; tıpkı varlığını sürdürebilmek için bir hücreye yamanan ve onu yok etmek pahasına özünü emerek yok eden virüsler gibi.

Ben ümitlerimi bağlayacağım babaları bunların daha bir endüstriyelleşip de incelmelerinde aramıyorum.

Ben ümitlerimi bağlayacağım babaları aslında hiçbir yerde de aramıyorum.

Ümitlerimi hiçbir yere de bağlamayacağım zaten; sadece yaşadığım sürece ardında durmayı sürdüreceğim "Son barikat" olgusunun ardında saklamaya devam edeceğim; vefa duygularımla, duruşumla,geleneklerim ve diğer tüm değerlerimle birlikte.

Ta ki endüstriyel ağaların dümensuyunda çağlayan bizimkilerin o barikatı tepemize yıkacağı ana kadar.

Çöplük ahalisi...

Canlar vardır; Yanlar ve bir de “Hadi öyleler” vardır… Bunları ayırt etmek çok kolaydır; Kitapları bile var piyasada; Açın okuyun. Tanrılar, her şeyin satıldığı bu piyasadan gani gani razı olsun.. Kamusal değerler, ticari değerler, ilahi değerler… inkar edenler kahrolsun.

Neremizden ne olduğumuzu, nerelerden nelerimiz olacağını ve ne kadar yükselip nerede duracağını farelerden öğrenmek gerek.

İkinci dersimiz; Kemirmek…

Mezuniyet ödeviniz bu. Doktoranızı da aynı konuda verirsiniz ve artık önünüze ne gelirse profesyonelce kemirirsiniz.

Tekno sevgilerin kullanma talimatı ile teknik detayları, hi-fi aşk şarkılarının tüm notaları satılıktır. Bir kilo ufak boy hamsiyle de takas yapılabilir. İlgilenmeyenler beni arayabilir, ilgilenenler anneleriyle çarşıya çıksın. Fotokopiyle çoğaltılmış güzel insanların orijinalleri daha ucuz tüm kırtasiyelerde. Eşyanın tabiatı gereği…

Görüyor musunuz ağalar beyler; Bulutlar ne kadar çabuk renk değiştiriyorlar. Siyah ve beyazlara nasıl da musallat maviler, kırmızılar, turuncular… Seyredin ağalar bizde her akşam gurub indirimi var. Vakt-i kerahat başlar tamamen indiğinde tüm gurublar. Simültane nefes almayı boğmaya çalıştığımız şu kızıllık; Son nefesimizi de almaya çalışsa artık çare yok; Katlanacağız… Son nefesimizi de alıp derin derin ve ıslak ıslak, son kızıllığa çivilemesine saplanacağız.

Yırtılmak bize kutsal gelir; Tarafız biz…

Vagonlardan düşen kanı çekilmiş ölülerin bindiği yılkı atları deşe deşe koşarlar nalsız ayaklarıyla toprağı. Yarılır boydan boya taş kuleler, o kulelerden sızar yırtıklarımız. Savrula savrula yükselir semaya, kaybolurlar teker teker.

Anılarımızı tek kalemde süreriz masaya, elimizde sadece iki kız; Ama yine de kazanırız ki lanet olsun…

Söyleyin bakalım kasap esnafı,pazarcılar, leblebiciler… Sen de söyle ayna; Hangimiz daha güzeliz? Görmenize gerek yok bizi; Siz koşun. Yıkılmış kulelerden sizi seyrederiz.-Alkışlarız da isterseniz-

Düşmeyi beceremiyoruz bu yüzyılın tepesinden ağalar… Korumaya almış bizi kargalar; Gözlerimiz tehlikede… Kükürt kokan tavşanlar bekliyor kapımızı ve kapımızda pis kokulu kayın ağacından. Ulaşamıyor bu yüzden size seslerimiz. Ancaaak!.. Sessiz seyirciler hep beraber sırıttığında anlayın ki seviyorlar sizi ve destekliyor demektir gönülden. Yarım ekmek akciğerlerinin haşlamalarını sallıyorlar size; Gülümseyin.

Çok yenilen kaplan gördü bu arena, nice kalkanlar delindi mızrak kırıldı. Bu sessiz seyirciler hepsini sever onların; Onlar hep sırıttı.

Cüzzamın kara vebaya uzanan uzun kuyruklu kuşları neşe içinde böğrüştüler tepemizde- Severler bizi-. Tel bağladık kuyruklarına biz de, dilek tuttuk. Dilekler onları tuttu. Tutmadı dileklerimiz yedik kuşları.

Suçları, günahları, aykırı elmaları ve yanmayan tüm laleleri yedik.. Yendik… Yenildik…
Kan bekliyoruz şimdi annemizden –Markası önemsiz-. Alıştık kavgaya bir kere; Bekliyoruz. Gelin bakalım, nerelerdeyseniz. Özledik sizi. Kaybedene kadar savaşacağız.

Son kez kaybedip, arenanızdan sessizce ve sırıtarak sıvışacağız

Endüstriyel ahlak üzerine...

Uzunca bir süredir söylemlerimizde endüstriyelleşmeye verip veriştiriyoruz. Öyle ki an gelecek, bu kavramında içi iyice boşaltılarak anlamsız, dillere pelesenk bir kuru kabuğa dönüşecek, iyice kanıksanacak diye korkuyorum. Tıpkı sevgi gibi; paylaşım gibi; dostluk, barış gibi; özgürlük, demokrasi gibi...

Anlamsızlaşan kavramlar zamanla üzerimizde ki olumlu ya da olumsuz tüm etkisini yitiriyorlar. Kullanıldıklarında, artık temsil ettiklerini muhatabına hissettirmekten aciz kalıyorlar. Gün gelecek ve birileri soracak böyle giderse;
“Endüstriyelleşme deyip duruyoruz da, kardeşim ne zararı varmış ki bu endüstriyelleşmenin? Tutturmuşuz gidiyoruz endüstriyelleşmeye hayır diye. Sıkıldık be arkadaş”

Dikkat ettiyseniz endüstriyel futbol deyimi yerine endüstriyelleşme kavramını kullanıyorum sürekli. Bunun nedeni, bu kavramın genel ahlakının ister futbol olsun ister beyaz eşya ticareti olsun hayatın her alanını kucaklama eğilimidir. O halde karşı çıkarken bu ahlakın farkına varmalı ve de neye karşı çıktığımızın bilincinde olmalıyız.

Bu kadar çene yaptıktan sonra uzun terminolojik, akademik ve felsefi analizlere girmek yerine kısa bir örnekle yetineceğim. Sanırım bu kadarı bile söz konusu ahlakın temel niteliğini ele vermeye yetecektir.

Şu sıralarda yok gerçi; pek rastlamıyorum ama yaklaşık bir ay öncesine kadar televizyonda sık sık karşılaştığım bir reklamdan söz edeceğim. Sanırım Siemens firmasının ürettiği pek afili mutfak eşyalarıyla ilgili bir reklamdı. Koca bir salonu muhtelif marifetleri olan eşyalarla donatmışlar. İşte ne bileyim, fırın asansörlüymüş de, kendi kendine ayar yapmaktaymış. Aspiratör şöyle çeker böyle üflermiş. Ocakları ise başka bir şey canım. Ocak değil sanki uzay mekiği mübarek. Vb...vb...vb...

Tüm bu marifetlerini ballandıra ballandıra anlattıktan sonra finalde arka ses aynen şöyle diyor bizlere; “Siz, böyle bir mutfağa layık olabilmek için ne yapardınız?”
Endüstriyel atılımın utangaç dönemlerinde bu tür yenilikleri “Siz tüm bunlara layıksınız, sizlerin rahatı için ürettik, herşey sizin için” benzeri sloganlarla sunarlarken artık geldiğimiz nokta tam budur. “Siz tüm bunlara layık olabilmek için ne yapardınız?”

Bu ahlak anlayışı, yakındır ki bizlere “Siz bu takıma layık olabilmek için ne yapardınız?” diyecektir. Bugün globalleşen endüstrinin gürbüz oğlanı Fenerbahçe artık kendine taraftar seçmekte. Öyle her önüne geleni taraftar olarak kabul etmemekte ve pek değerli stadyumlarına taraftarı seçerek almakta. Taraftar kartı olmayan artık bilet bile alamıyor. Şimdilik o kartları istedikleri miktarda satamadıklarından sınırlı olarak uygulansa da pek yakında papazın çayırına üye olmayan giremeyecek gibi.

Darısı Aslantepenin başına elbette. Alay-ü vala ile attılar kutsal mülkiyet kalelerinin temelini. Yakında korkarım ki oraya girebilmek için de harbi ultra olmaları gerekecek aslan parçalarının.

Önce rakip taraftar kontenjanı denilen kılçıktan kurtulmak gerekiyor tabii. Yavaş yavaş yerleştiriliyor “evimizde misafir görmek istemiyoruz” ilkesi, “Ben kimseye gitmiyorum, kimse de bana gelmesin kardeşim” anlayışı.

Dönen çarkların arasına sıkışıp duran gerçek taraftarı kıramadıkları için elemek istiyorlarsa eğer, çare “Topunuzun çarkına.......” deyip, basarak ellerimizi toprağa ağır ağır doğrulmaktır.

250 bin fidan başlarını doğrultmuş şimdiden. Milyonlarcalık orman olmak tek çaredir.

Futbolun filmini yapsam adı hayat olurdu. (Zeki Demirkubuz)

Zeki Demirkubuz, bu toprakların yetiştirdiği en değerli yönetmenlerden biri, kendini öyle nitelendirmese bile… C Blok'la başladığı serüvenini sırasıyla Masumiyet, Üçüncü Sayfa, İtiraf, Yazgı, Bekleme Odası ve Kader'le devam ettirdi. İnsanı, salt insan doğasını tüm veçheleriyle ortaya koymasıyla kendine ait bambaşka bir sinema dili oluşturdu. Bilenler, tanıyanlar için ise çok iyi bir Beşiktaş taraftarı. Beşiktaş'ın maçlarını kendine ait locasından değil kendini ait hissettiği Kapalı'dan seyrediyor. Beşiktaş'a, futbola ve sinemaya ait tüm merak ettiklerimize sineması gibi sahici bir dille cevap verirken ekliyor: "Bütün suçlarına, günahlarına, kabahatlerine rağmen bence futbol olgusundaki en masum kitle hâlâ taraftarlardır."
Röportaj: Cem Zamur

Son on senedir her yapacağı film merakla beklenen bir yönetmensiniz. Tanımayanlara kendinizi nasıl anlatırsınız?

Ona belli bir çevre tarafından tanınan diyelim. Yoksa öyle genel olarak umursanan ya da beklenen biri olduğumu düşünmüyorum. Ama o benim için çok değerli bir şey, zaten bütün amacım da oydu. Genel bir kabul, altı dolmamış genel bir onay değil de, bir duygu bağı, bir akıl bağı olan insanlar tarafından önemsenmekti, öyle bir şey oldu. Hikâyem kısaca şu; 1964'te Isparta'da doğdum, büyüdüm. Aslında bütün hayat algılarım, çocukluğum orada geçti. Gönen diye bir kasabada köy enstitüsünden öğretmen okuluna dönüşmüş bir okulda okudum. Aslında hayatı bir sürü insani şeyle tanıdığım bir yer de orasıdır benim. O okula gitmeseydim bir şeyler daha değişik olabilirdi mesela. Ne bileyim başka bir kaderim olabilirdi, bundan eminim. O arada ailem İstanbul'a taşındı. O da bir dönüm noktasıdır, onların sayesinde ben de İstanbul'a geldim. O huzurlu ve küçük hayat burada başka bir şeyle yer değiştirdi. 1980 yılında birkaç yıllık bir tutuklanma dönemim oldu, o da benim için çok önemli bir dönemdir. İşte edebiyatla tanışmam, beni sinemaya getiren bir sürü küçük sebep de, bahane de oralarda oluştu. Onun arkasından sinemacı olmak üzere değil, ama bir takım tesadüflerle, bir takım insanlarla tanışmayla içimde varolan edebiyat tutkumu sinemaya aktarma olanağı buldum. 1994 yılına kadar 9-10 yıl asistanlık yaptım. 1994 yılında da ilk filmimi çektim. İşte o günden beri yedi tane film oldu. Kısaca böyle.

Futbolu ve Beşiktaş'ı ne kadar yakından takip ediyorsunuz?

Özellikle son beş yıldır, Beşiktaş hayatımdaki birçok şeyin önüne bile geçti diyebilirim. En az sinema kadar. Aslında sinema üzerine çok fazla düşünen biri de değilim. Sosyal bir sinemacı olmadığım için, sadece hikâyelerimi, ne anlatmak istediğimi düşlüyorum. Hayatı anlamaya çalışırken orada anladıklarım orada süzdüklerim bende sinema yapma, bir film çekme duygusu yaratıyor. Sinemayla ilişkim neredeyse bununla sınırlı kaldı. Ama Beşiktaş bir insanın hayatında derdini, çocuklarını, sevdiklerini, ülkesini düşünmesi gibi bir boyuta geldi. Bu aslında iyi Beşiktaşlıların ya da Beşiktaş'a önyargısız bakabilen "Bu Beşiktaşlılar nasıl insanlar?" ya da "Bu Beşiktaş nasıl bir kulüp?" diye biraz merak eden insanların da hissedebileceği bir şeydir. Çünkü ben Beşiktaş'ı bizim ülkemize benzetiyorum. Bir sürü şeyiyle, karakteriyle, ruhuyla, akıldışı yanlarıyla, kaderiyle filan böyle bir bağ var. Yalnız kötü ve şikâyet edilebilir bir şey değil bu. Bu hayatın diğer alanlarında memnun olmadığım, kendimi oraya ait hissetmediğim, hatta değersiz olduğunu düşündüğüm bir sürü şeyden kurtulmamı sağlıyor. Beş yıl önce, insani olarak böyle bir eşikteydim, hayat beni bir yere getirip bırakmıştı. O sırada kardeşim, şunlar bunlar, Lucescu'nun kişiliğinde bazı şeylerle yeniden ilgilenmeye, yıllar sonra maça gitmeye başladım. O beni yeniden hayata döndürdü. Hayatla yeniden başka türlü, daha hayat dolu bağlar kurmamı sağladı. O yüzden Beşiktaş'la ilgili günümüz futbolunda insanların beklentileri üzerinden bir ilişkim yok. Beşiktaş ikinci lige düşse, ben bundan herhangi bir şey kaybetmem. Zaten skorları yenmesi, yenilmesi, benim için neredeyse aynı değerde. Hatta yenilgileri ve sorunları bütün bu süreçte onunla daha büyük bağlar kurmama sebep oldu.

Filmlerinizin isimleri en az filmin kendisi kadar sarsıcı ve düşündürücü. Zeki Demirkubuz futbolun filmini çekecek olsaydı ismini ne koyardı, bununla ilintili olarak bir futbol hikâyesini sinemalaştıracak olsanız bunu kimin gözünden anlatmayı tercih ederdiniz?

Futbol, ki benim için futbol demek Beşiktaş demektir, tek başına aslında çok da özel bir değer taşımıyor. Ancak Beşiktaş söz konusu olursa bir anlamı oluyor. Bunu bir film ismi olarak düşünürsek bu bir hayat duygusu demektir. Söyleyebileceğim, indirgeyebileceğim tek kelime "hayat"tır. Zaten hayat kelimesini gündelik kullanımda da çok severim. Hatta bazı hikâyelerimin adını hayat koymayı düşünmüşümdür. Dediğiniz gibi bir film olacak olsa hayat ismi çok üstüne düşeceğim bir isim olurdu. Bir de statta maç izlerken, tribünlere ya da sahaya baktığım zaman elbette oradaki anı, kurguyu, başarı, başarısızlık, sevinç, keder onları yaşıyorum ama bunun dışında da bazen kendime soruyorum‚ "Bu ilgi neden, nereden geliyor?" diye. Bulduğum tek şey, bana verdiği hayat duygusu. O yüzden ben zaten futbolu, hayattan ayırmıyorum. Futbolun ideolojik bir şey, endüstriyel bir olgu olması üzerinde hiç durmuyorum. Hatta böyle durumlar, eğilimler olduğu zaman bundan duyduğum rahatsızlığı açıkça belirtiyorum. Ülkemizde baştan beri bu hayat duygusuyla varolduğu için futbol, bu kadar sevilen, akıl almaz bir konumda olan, insanların en irrasyonel, akıldışı, duygusal yanlarıyla ilişki kurduğu yegane şeydir. Ama özellikle son yıllarda olup biten, kurgulanmaya çalışılan futbol mantığı, ideolojisi futbolla hayat arasındaki bu ilişkiyi koparmaya, zedelemeye başladı. Zaten bence asıl tehlike de burada. Çünkü ilgimi çeken sadece maçlar değil. Yıllardır Anadolu takımlarının maç sonu röportajlarını dinlerim, oradaki ikiüç cümleleriyle futbolcuların, teknik direktörlerin kişiliğine, onların hayatına dair bir şeyler düşünme şansı yakalarım. Onların evlerine, nasıl bir yaşam sürdürdüklerine, hayallerine kadar bir yığın şey okuyabiliyorum. Ve inanın bu yazacağım bir hikâyede ya da bir arkadaşımla hayat üzerine konuşurken, bir manavın, işçinin derdi olarak da yorumlayabiliyorum bu durumu. İyiliğe, kötülüğe, alçaklığa, namussuzluğa, dürüstlüğe, sevgiye dair de, o futbol dediğimiz birçok olgudan ben bir sürü hayat bilgisi çıkarabiliyorum. Zaten benim ilgim biraz da buradan. Hayatın diğer hiçbir alanında gördüklerim, gözlediklerim bana bu kadar net bir hayat duygusu vermiyor. O yüzden futbol adına, bizzat soyut ve ideolojik bir futbol sevgisi adına hiçbir şey yapmam, ama bu dediğim anlamda, yani öteki filmlerimden farklı, olmadık bir biçimde bir futbol filmi de yapabilirim. Buna nereden bakacağım da o hikâyenin kendi içeriğinde belli olur. Ama her yerden bakılabilir, teknik direktörün gözüyle bakılabilir, ne bileyim İstanbul'da büyük bir takımda oynayıp da sonra şanssız bir şekilde Anadolu'ya gitmiş bir futbolcunun hayal kırıklığı ve yalnızlığından bakılabilir. Bizim Yasin ve Sinan'ın Diyarbakırspor'a gittiklerini hatırlıyorum. Onlarla yapılan bir röportajı izlemiştim. İstanbul'dakinden çok başka bir hayattı. Bu bana mesela insan olmaya dair de bir sürü şey veriyor. Burada yaşamışlar oraya gönderilmişler, ama işte "Kader" kelimesindeki gibi ya da benim o filmde anlatmak istediğim gibi bir şey gördüm orada. Orayı kabul etmişler, ona boyun eğmişler çünkü yapacakları bir şey yok. Orayı sevmeye çalışıyorlar, sevmişler de. Ama hayallerini sürdürüyorlar, yeniden İstanbul'a dönme gibi. Bunu bir mimarın hayatında da, bir gazetecinin hayatında da görebiliriz. Ben daha çok bu taraflarıyla ilgili olduğum zaman futbolla bağımı sürdürebiliyorum. Öbür türlü, bize dayatılan gündemin, ideolojinin bir parçası olsam herhalde utanç duyardım. Benim anladığım futbol kesinlikle bu. Bugün kurgulanan futbol değil.

Kör Tuğrul'u yani Tuğrul Şener'i çok sevdiğinizi yazınızdan biliyoruz. Zamanında kendinizi özdeşleştirdiğiniz futbolcular var mıydı böyle?

Zaten benim Beşiktaş hikâyemde de biraz o vardır. Biz Isparta'da futbolcu nedir, kimdir bilmezdik. Evimizde o zamanlar televizyon yoktu. Gazetelerin özellikle de Tercüman gazetesi gelirdi, arkası spor sayfası olurdu, oralardan gördüklerimle bir futbol bilgisi oluşmuştu. Daha çocuktuk, ama pek çok Beşiktaşlı'nın takımıyla olan ilişkisinde genel olarak bir hikâye, bir inat, sıradışı bir durum vardır. Fenerliler veya Galatasaraylılar gibi önüne koyulan seçenek şeklinde olmaz o ilişki. Benimki de şöyleydi: Evimizin yanında bir şadırvan kahvesi vardı, onun bahçesinde oynardık, ilkokul öncesi ya da ilkokula başladığım yıllardı. Oynardık ama içeri girmemiz yasaktı. Öyle olunca içeriyi merak ederdim ben, içeriye bakardım sık sık. İçeride büyük bir ayna vardı, yanında da bir futbol takımının posteri asılıydı, her bakışımda siyahbeyaz renkler hemen gözümü alırdı. Siyahbeyaz rengin en büyük özelliği de odur; Dünyanın en büyük tezatlığıdır. Gözümü alırdı, bir türlü o resme şöyle doya doya bakma fırsatı bulamadım. Biriki kere girdim, boyum çok küçük olduğu, resim de yüksekte kaldığı için yine hâkim olamadım. Uzun bir zaman o resmin içindekilerin kimler olduğunu merak ettim. Futbolcuları yakından tanımak için bir olanağımız daha vardı; çikletlerden çıkan resimleri. Kimse bana "Beşiktaşlı ol" demedi, Isparta'da öyle bir gelenek de yoktur zaten. Herkes ya Fenerliydi ya Galatasaraylı. Ben, o resimden o futbolculardan, özellikle de Kör Tuğrul'dan, Kör Tuğrul'un o tipsizliğinden etkilendim. Bazı insanların içinde doğal olarak var bu demek ki: Ben hayatta da güzelleri, yakışıklıları merak etmedim hiç. Bugün filmlerimde de bu var, hep daha karanlık şeyleri merak ettim.

"Böyle böyle karardım, böyle böyle Beşiktaşlı oldum" diyorsunuz yani?

Evet, gerçekten öyle.

O metin gerçekten de çok güzel. O kadar kısa bir yazıda o duyguyu verebilmek çok önemli. Aynı duyguyu Radikal İki'ye yazdığınız kardeşinizle ilgili metinde de veriyorsunuz. Spor üzerine daha çok kalem oynatmak istediniz mi hiç?

Yok, özel olarak düşünmedim, çünkü bu benim duygum. Buradaki söyleyebileceğimiz bu bağlarda, bütün bu konuşmalarda ya da Beşiktaş'la olan hikâyemdeki tek durum aslında akıldışılık. Bunun tek bir açıklaması kalıyor geriye; bu benim duygum. Dolayısıyla ben bunu başka bir hale getirmem. Zaten en büyük reflekslerimin, en kızgın olduğum zamanların ya da duygularımın en yüksek olduğu en büyük sevinçleri yaşadığım zamanlarda bile bir refleks geldiği zaman, "Hani bir şey yazayım insanlarla paylaşayım" diye, orada biraz duruyorum. Çünkü giderek bir görev haline gelir. Hatta bazen istiyorlar, o anda benim de hoşuma gidiyor, söz veriyorum ama onu yapmaya oturduğum zaman yazamadığımı, zorlandığımı ya da sahte olmaya doğru gittiğini görüp vazgeçiyorum. Onun benim içimden gelmesi lazım. Çünkü Beşiktaşlılık benim kimliğim değil, görevim değil bu böyle bir şey. O az önce anlattığım günlerdeki masumiyetimi de hiç yitirmemeye çalışıyorum. Beşiktaş seyircisi kaba, holigan şu bu denir, tamam öyle yanları da vardır. Bunu önemsediğimi de söyleyeyim ayrıca. Burası Türkiye, yani böyle olmazsanız çöpe de gidersiniz. Şunu da görüyorum ki statta, yolda, sokakta, maça giderken, gelirken bir sürü arkadaş filmi izlemiş filan bu insanlarla konuştuğum zaman, ya da onların Beşiktaşlılık hikâyelerini dinlediğim zaman inanılmaz hikâyeleri olan insanlar. Bunu böyle çok yüceltmek adına falan da söylemiyorum. Mesela Fenerli, Galatasaraylı arkadaşlarım da var onlardan böyle hikâyeler duyduğum çok az oluyor. Onların da var elbette, ama daha çok genel bir pompalamanın, revaçta olan bir siyasi partinin taraftar kazanma biçimi gibi sanki. Ama Beşiktaşlılara bakın ya babasına, ya dayısına, ya okulundaki arkadaşlarına isyan etmiştir. Bir gün Beşiktaş çevresini, içindeki kötü durumları, yanları, sorunları iyi bilen arkadaşlarım bana bunu anlatmaya başladılar. Bugün Beşiktaş yönetiminde, ki sadece bugün de değil, benim nefret edebileceğim, sevmeyeceğim bir sürü şey olduğunu çok iyi biliyorum. Onlara şöyle dedim "Bana bunları anlatmayın. Ben kendimi tanıyorum, bunlara kayıtsız kalmam. Benim hayatta sahip olduğum yegâne iyi şey bu. Zedelenmez, ama yine de bana bunları anlatmayın." Hayatın her alanında bu kadar gerçekçi olmayı seçmiş biri olarak bunu korumaya çalışıyorum. Bugün baktığım zaman inanın Beşiktaş dışında bir sürü şey artık bana ülkede boş gelmeye başladı. Çünkü insan biraz da böyle. İnsanın yüksek bulduğu, değer verdiği, akıldışı bile olsa bir şeyler olmalı. Öbür türlü hayatı yaşarken zorlanmaya başlıyoruz. O yüzden bunu korumak adına, bunu bir yazıya dökerken Beşiktaşlı kimliğini ön plana çıkarmamaya da özellikle dikkat ediyorum. Duygusuyla istediği kadar bilinsin, bir taraftar gibi istediğim kadar algılanayım hatta holigan olarak bile algılanmaya hazırım ama "Beşiktaşlı adam" diye, hani piyasada bir sürü böyle Beşiktaşlı, ortalıkta Beşiktaş üzerinden prim yapmaya çalışan adam var ya, onlar gibi olmamak için de özen gösteriyorum.

Hayatın içinde bu kadar şiddet varken herhalde statlarda olmamasını beklemek safdillilik olacak.

Tabii bu çok net bir şey. Bu Türkiye'deki anlama çabasının, siyasetin, sosyolojinin, entelektüel sorumlulukların, medya sorumluluğunun ikiyüzlülüğüne ilişkin bir şeydir. Ben bunu statlarda terör olsun, holiganlık meşruiyet kazansın diye söylemiyorum. Aynen dediğiniz gibi sanki Türkiye'deki her şey bitmiş, her şey güllük gülistanlık, her şey adam gibi de bir tek statlardaki sorun kalmış. Zaten bunu telaffuz eden, öne çıkaran insanların da buna karşı hiçbir inanç ve vicdan taşıdıklarını düşünmüyorum. Bu ideolojik bir şey. Statlardaki terörü ya da statlardaki olmayan terörü bence Türkiye'de statlarda terör falan da yok ayrıca tribünlerdeki olayları bu şekilde öne çıkararak, insanlar başka konulardaki sorumluluklarından kaçıyorlar. Sokaktaki tecavüze uğrayan kızın, sokaktaki ölüme mahkum edilmiş tinerci çocuğun, sabaha kadar sokakta yatan insanların, üç kuruş uğruna birinin cep telefonunu alırken ölümüne sebep olan çocuğun bütün bunların sorumluluklarından kurtulduklarını zannediyorlar. Böyle bir şey yok, buna kimse inanmıyor. Şunu da biliyorum ki o holigan denilen, futbol terörünü çıkardığı söylenen çocukların hepsi bu insanlardan bu konularda çok daha akıllı ve sağduyulu. Bu yalandır yani. Bugün bu milliyetçilikten bağımsız değil, bugün bu ülkedeki başka histerik olaylardan bağımsız değil. Ama bunu bu şekilde ortaya çıkarıp her şeyi oraya, futbol olgusunun en masum yanına yüklemek büyük haksızlık. Bütün suçlarına, günahlarına, kabahatlerine rağmen bence futbol olgusundaki en masum kitle hâlâ taraftarlardır. Diyelim ki bunlar çok kötü adamlar ama en kötüsünden bedel ödedikleri, göze aldıkları bir şey var. Bilet alıyorlar, işini bırakıp, saatlerini harcayıp, stata gelip, o yağmurun altında saatlerce bağırıp, eve gidip, yenildiyse günlerce acı çekiyorlar. Hiç olmazsa böyle bir bedel ödüyorlar. Televizyonda federasyon yöneticilerini, kulüp yöneticilerini hatta futbolcuların çok ciddi bir bölümünü izliyorum, onlara da bakıyorum onların da yüzünde bir duygu, bir acı arıyorum. Hiçbir şey yok. Hayatın hiçbir alanında, hiçbir şeyin yöneticisi bile olamayacak adamlar gayet önemli kariyerlere sahipler. En günahkâr futbol seyircisinin bile bana göre böyle masum bir yanı var. Ben kaç defa Fenerbahçe deplasmanına gittim. Bütün harcadığınız paraları, kaslarınızın zerresine kadar saatlarce ayakta durmaktan yorulmayı, polisin tavrını geçtim. Gece üçte evde oluyorsunuz, kim çeker bunu?

Senaryoları kendiniz yazıyorsunuz ve edebiyattan beslendiğinizi kendiniz de ifade ediyorsunuz. Siz edebiyat-futbol-sinema üçgenini nasıl değerlendiriyorsunuz.?

Buradaki temel dert, hayatı, ne yaşadığımızı, kim olduğumuzu anlamaksa hayattaki pek çok şey gibi bu pekala futbol da olabilir. Şöyle basit bir şey vardır, bir ülkenin gelişmişlik seviyesi nasıl o ülkenin ekonomisine, yaşam standartlarına bakılarak anlaşılıyorsa bence ki bu bir edebiyatçının, düşünen, derdi olan bir adamın gelişkin tavrıdır o ülkenin hapishanelerine bakarak da, mahkumlarının düzeyine bakarak da anlaşılabilir. Bir ülkedeki hayatı anlamak istiyorsak, tamam istatistiki veriler bunun için bir ölçüdür ama bunların da açıklayamadığı noktalar olabilir. Ben ülkedeki hayatı anlamak için nasıl pek çok şeye ilgi duyduysam, yalnız bir adamdan ya da aşk uğruna kendini bitirmiş bir çocukla ilgilenip oradan bir tablo çıkarabiliyorsam, buradan bir duygu, gözünüzün önüne bir şey getirebiliyorsam, bunu futbola bakarak da anlayabilirim. İnanın bir maç sonrası futbolcuların ya da yöneticilerin röportajlarını dinleyerek, ben o ülkenin insanlarının kültürü, geleneği, hayat ve adalet duygusu hakkında pek çok şey çıkarabiliyorum. Mesela rakibinin uğradığı haksızlığı telaffuz eden bir futbolcu gördüğüm zaman, bu ülkeye olan inancımı, umudumu artırıcı bir şey oluyor. Ya da bir yöneticinin bunu yapması. Bir şey nasıl bir ahlakla, nasıl bir vicdanla kullanılırsa o şey öyle olur. Futbolu değil dünyanın en yüksek değerini getirin insanların elinde ya rezil, ya da dünyanın en değerli şeyi olur. Futbol neden bunların dışında olsun ki. Bu ülkedeki insanların ahlakı ne ise, bu yöneticilerin, futbolcuların vicdanı ne ise futbol da o kadardır. Eğer onlar yüksek ahlaka, vicdana sahipse futbol da o kadar yüksek olur. O yüzden futbol, edebiyat, sinema, hayat, siyaset hiç ayrılmaz. Kaldı ki tekrar söylüyorum ayrıca da teknik anlamda oynanış biçimi, kurallarının netliği, sonucun bizzat ve hemen gelmesi, keskinliği açısından da futbol, belki bu ülkedeki ve dünyadaki en yüksek olgulardan biridir.

Siz bir futbolcu olsaydınız nasıl bir kariyeriniz olsun isterdiniz?

Bu konuda çok netim. Ben öyle tipik futbolcuları çok bilmem. Futbola ilgi duymak, takım tutmak biraz da çocuksu bir şeydir. Şu yaşımda bile bazı geceler futbolla ilgili hayaller kurduğumu itiraf edebilirim. Net bir cevabım var benim; Kesinlikle Yusuf Tunaoğlu gibi. Orada kriter sadece başarı değil, benim için başka kriterler de var. İşin romantizmi, namusu, gerçeküstücülüğü ve Yusuf Tunaoğlu buna çok yakışan biri.

Eylül ayında New York'ta, New York Film Society of Lincoln Center'da sizin bir etrospektifiniz gösterime girdi. "Mayın Tarlaları: Zeki Demirkubuz'un Karanlık Öyküleri" başlığı adı altında. Futbolda da yerelden ziyade enternasyonel başarılar ses getiriyor, sinemada da böyle mi?

Liverpool'u veya Chelsea'yi yenmenin tadı tabii ki biraz daha başka. Hani başka şeyler de hissettiriyor insana. Fener'i ya da Antep'i yendiğiniz zamandan daha farklı, bunu saklamaya gerek yok. Sinemayı sorarsanız orada benim için biraz daha farklı bir durum var. Bunu böyle çok mütevazıca bir şey olarak da algılamayın, çok mütevazı biri olduğumu da düşünmüyorum. İlk filmimi yaparken de, son filmimi yaparken de ya da sizin bahsettiğiniz başarılara sahip olduğumda da bende tek bir duygu olduğunu hep görüyorum, bu da bir tür suçluluk duygusu. Her filmimi çok kötü bir şey, çok anlaşılmaz, herkesin aşağılayacağı, kimsenin anlamayacağı bir şey duygusuyla yapıyorum. Bunun böyle olmuş olması da eskiden böyle değildi bir tür kompleks yaratıyordu bende ama artık bunun iyi bir şey olduğuna da karar verdim. Bu benim kendimi, bir kimlik sahibi, başarılı adam, uluslararası alanda tanınan, övülen bir adam gibi görmemi engelliyor. Açıkçası ilginç de geliyor ama yani hâlâ şaşırıyorum. Mesela o dediğiniz olay. Orası Amerika'nın en büyük kültür merkezlerinden. Bazı ülkeler 1-2 milyon teklif ederler sinemalarının retrospektifi yapılsın diye. Ama bu adamlar kendileri istediler, yaptılar ve çok önemli bir şey bu. Ama "Ne kadar önemliyim" diye değil, yaptıklarımın, yaptığım sinemanın onlara ilginç, saygı duyulacak bir sinema geldiği için bunu yaptıklarını düşünmeyi seçerim ben her zaman. Mesela Beşiktaş o türde başarılar kazandığı zaman bunu çocuksu bir taraftar olarak yaşayabiliyorum, "Bak Liverpool'u yendik, Chelsea'yi yendik" diye. Ama filmlerim böyle karşılık gördüğü zaman açıkçası pek öyle yaşayamıyorum.

Kader filminizle ilgili bir soruda Nietzsche'nin bir sözünü hatırlatıyorsunuz: "İnsanın akli bir varlık olduğu kadar, akıldışı bir varlık olduğunu da kabul etmenin zamanı geldi" diye. Orada Bekir'in aşkı Uğur'du. Bu topraklarda pek çok Bekir var, öznesi Uğur değil de futbol olan. Koşullar mı bunu yaratıyor, yoksa bizim Bekir olmaya meyyal bir durumumuz mu var?

Çok doğru. Bu ülkede pek çok şey anlaşılmaya muhtaçsa veya anlaşılması gerekiyorsa bu da onlar kadar anlaşılması gereken bir durum. Uğur'un yerine, Uğur'u değil de Beşiktaş'ı, Galatasaray'ı, Bursaspor'u yaşamayı seçmiş bir çocuğun onunla ilişkisini hayatı anlamamız için bir araç gibi görebiliyorum. Sosyoloji, felsefe, siyaset bunlar da hayatı anlamamız için birer araç olabilir, ama bunlara diğer olguları ezecek kadar anlam da yüklemememiz gerekiyor. Buraya akıldışı dediğimiz Nietzsche'nin alıntısından geldik, bu elbette doğulu bir duygudur. Kader'de de böyle bir tavır vardır ama bunu sadece doğulu, sosyolojik bir çaresizlik olarak, bizim ülkemizde yaşanabilecek bir olgu olarak düşünmemiz başka şeyleri görmemizi engeller. Ben Liverpoollu bir taraftarın da benzer bir duyguda olabileceğini düşünüyorum. Zaten genel olarak futbolu, futbolu sevmeyi, takım tutmayı masum kılan şey de bence buradadır. Yani o alıntıdaki gerçeküstüdür. Çünkü bunu tam olarak anlamaya çalışırsak ulaşacağımız yer kesinlikle akıldışılıktır. Sosyolojik bir anlama çabasına saygı duyuyorum ama bugüne kadar duyduğum sosyolojik anlama çabalarının, yorumlarının geldiği şey şurası oluyor: Bir tür çaresizlik durumundan çıkan bir tablo. Bu insanların hayatta yapacak bir şeyleri yok, bir kızı sevecek durumda değil. Mesela bizim Beşiktaşlılar güzel anlatırlar: "Manitamız yok sevmeye, paramız yok diskoya gitmeye" diye. Bu da bir gerçektir ama bunu böyle ortaya koymak bir yanıyla doğru olsa bile bir yanıyla çok haksızcadır. Çünkü benim gibi vaat edilmiş, birçok şey teklif edilmiş birisi Beşiktaş'la böyle bir bağ kurmuşsa, burada sosyolojinin de anlayamayacağı bir şey vardır. Ben bugün Beşiktaş'a harcadığım zamanı, başka şeye tahvil etsem, mesela dizi çeksem, reklam yapsam tonlarca para kazanabilirim. Eğer bunu yapmayıp da diğerini yapıyorsam, burada sosyolojinin açıklamaya yetmeyeceği başka bir durum olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki Fener derbisinde polisle çatışan Galatasaraylılara holigan denildi, çapulcu denildi, bu adamların bir sürüsünün bayağı iş sahibi, mühendis, doktor gibi insanlar olduğu ortaya çıktı. Demek ki burada sosyolojinin de ancak insan doğasına ilgi duymasıyla açıklanabilecek başka bir şey var. Dolayısıyla Beşiktaş kapalı tribününe, basın tribününden ya da VIP'den bakarak orada bazı tezahüratları dinleyerek, ona karşıdan bakarak böyle parlak sözlerle, süslü cümlelerle bir tablo yaratmak inanın ne bunu yapana bir şey kazandırır gerçek adına, ne bu ülkedeki bir şeyleri anlamak adına bir yardımı olur, ne de o insanlarda bir vicdan uyandırır. Çünkü böyle bir şeye ancak insanın doğasını iyi bilmekle, insanı verili, nedenli sebepli bir varlık olarak açıklamak yerine onu bütün çelişkileriyle, bütün anlaşılmazlıklarıyla, bütün nedensizlikleriyle ortaya koyabilme gücü gösterdiğimiz zaman ulaşabiliriz. Dolayısıyla ben böyle bir çabaya saygı duyuyorum ama bunun böyle bir mutlak gibi değerlendirilmesi bana hiçbir şey ifade etmiyor. Nitekim bu kadar yönetici, medyacı her gün televizyondalar, madem dediklerinden bu kadar eminler, hiçbir kuşku duymuyorlar neden düzeltemiyorlar bütün bunları. Çünkü gerçekle bir dertleri olmadığı için. Bir defa ötekini anlamak gibi bir dertleri olması lazım. Eğer bugün bu saydığım insanlar İnönü Stadı'nın kapalı tribünün göbeğini bir gün anlama gücü gösterirlerse, buna güçleri yeterse, o zaman bu ülkede bugün şikayet ettikleri durum adına bir şeyler değişme aşamasına gelir. Onun dışında bu düzen böyle devam eder, herkes bildiğini okur. Futbolda böyle bir düşmanlık, bu kadar yaralanmış bir adalet duygusu olursa bu hayatı da, ülkeyi de, adalet sistemini de, ekonomik sistemini de kapsar. Ve aynı körlük orada da devam eder. Bunu emniyet güçleriyle, yasalarla belki kontrol altında tutabilirsiniz ama bir çocuğun vicdanını, kendini dışarıda hisseden insanın, bir tinercinin vicdanını hiçbir zaman kazanamazsınız.

Siz bu meseleye bu kadar kafa yorarken ki hayatla meselesi olduğunu defaten belirtmişken, bu ortamı izleyerek besleniyor musunuz? Bunu malzeme olarak kullanmanızdan ve pazarlamanızdan bahsetmiyorum, durumun sizi etkilemesinden ve esinlenmenizden söz ediyorum?

O çok alçakça bir şey olurdu zaten. Elbette ki, mesela ben Ahmet Çakar'ı, Erman Toroğlu'nu izliyorum. Söyledikleri bende bir vicdan uyandırmıyor ama ben orada bir karakteri izliyorum, analizini yapıyorum. Bunlar yarın başka bir şekilde benim hikâyelerime sirayet edecek elbette. Üstelik bir önyargım da yok. Yıldırım Demirören'i izliyorum, orada en duygusal konuşmanın arkasında nasıl bir dert, nasıl bir kişilik var bunu sezmeye çalışıyorum. Az önce dedim ya ben zaten futbolu hayatın dışında tutmuyorum. Bunu işimde, sokakta yaptığım gibi yapıyorum. Nasıl futbolu diğer anlamda hayatın dışında tutmuyorsam bu anlamda da tutmuyorum. Bu elbette ki beni besliyor. Üstelik bu kadar tutku, hırs, somut ve net beklentinin olduğu hayatta başka hiçbir şey yok. Yani zaten bir gün hayat da futbola benzetilirse, bir ülkede bir şeyler daha iyi olmaya başlar. Bir gün zaten futbol sahasında, tribünlerde adalet yaratılırsa adım gibi eminim sokakta da bir adalet duygusu başlayacaktır. Bu mahkemelere, meclise sirayet edecektir, yasalar yapılırken insanlar buna da dikkat edecektir. Ama şu çok önemli, eğer bir ülkede futbol kadar basit, net, dikkatlerin bu kadar yoğunlaştığı, her şeyin sorgulandığı bir alanda bir adalet duygusu yaratamıyorsanız, o ülkede başka hiçbir alanda hiçbir şey yaratmak mümkün değil. O yüzden sahada izlediklerim benim daha sonra Yazgı filmini yazarken başka bir şekilde elbette karşılığını buluyor. Ya da Beşiktaşlı Mehdi'nin hikâyesini uzun zamandır düşünüyorum, çok çekmek istiyorum. Çeker miyim, çekemez miyim bilmiyorum. Ama bir konuşmada "Senin ne alakan var futbol filmiyle" denildiği zaman aklıma ilk şu geliyor Kader'deki Uğur'u çekip onun yerine Beşiktaş'ı koyduğum zaman o zaman Mehdi'yi bilmiyordum aynı hikâye oluyor. İkisi de akıldışıdır, nedensizdir, sadece sonuçlarını yaşamak zorunda kaldığımız durumlardır.

"Oyuncu filmin anlamını oluşturmakla sorumlu değildir" diyorsunuz. Oyuncuyu yadsımıyorsunuz ama bunu da tercih etmediğinizi söylüyorsunuz. Bu yeşil sahalarda da kullanılırmış gibi geliyor. Teknik adamların oyuncuyla ilgili tanımına benziyor bu durum.

Hem de çok benzer.

Çok ilginç ve çok iyi sonuç aldığınız oyuncular var örneğin. Hiç kimse Vildan Atasever, Zeynep Tokuş veya Ufuk Bayraktar'dan böyle performanslar beklemezken akıl almaz geri dönüşler alıyorsunuz. Bu mesele insanı, insanın özünü tanımakla mı alakalı, futbolda da bu böyle mi sizce?

Ben şu konuşmayı, ki bugüne kadar sinemayla ilgili bir sürü röportaj yaptım şöyle sorular ya da böyle yaklaşımlar da istediğim için aslında kabul ettim belki de. Bu gerçekten mühim bir konu. İnanın o kadar beni meşgul eden bir konu ki. Bobo ya da Gökhan Zan bunları özellikle seçmeye çalışıyorum bir maçta beni hayal kırıklığına uğrattığı zaman, vaat ettiğini yerine getirmediği ya da çok az yerine getirdiği zaman düşündüğüm tek şey bu oluyor. Burada hemen aklıma yönetmenoyuncu ya da teknik direktör veya menajer futbolcu ilişkisi geliyor. Bu adamlar bu menajerler, teknik direktörler insan doğasına, insan ilişkisine, kişiliklere hiç mi ilgi duymaz? Tamam bu çocuğun yeteneği var, bundan hiçbir şüphemiz yok. Bu çocuğun işi bu, bunun için bir sürü para alıyor ama buna rağmen bir şey çok net bir biçimde eksik, zaten eksik olduğu için de onu göremiyoruz. Yöneticiler, Teknik direktörleri, menajerleri duygusal zekâsına, duygusal gücüne, anlama gücüne hiç dikkat etmeden neye bakarak seçerler. Ya da bir futbolcu transfer edilirken sadece o adamın kasetlerine, bundan önceki maçlarda oynadığı oyuna mı bakılır? Bu adamın tutkusu, nasıl bir insan olduğu, sorun çözme yeteneğine sahip olup olamadığı, arkadaşlık duygusu, dürüstlük, yalan söylememe gibi özelliklerine bakılmaz mı diye merak ediyorum. Bu anlamda o kadar çok benziyor ki. Yani biri eksikse öbürü bunu tamamlayabilir. Ama ikisi de eksik olursa olmaz. O dediğiniz tamamen şu; benim seçtiğim bir oyuncu benim filmimin derdini, benim filmimi üstlenmek zorunda değil. Zaten buna gücü de yetmez. Benim on senedir uğraştığım bir şeyi iki ayda bu adam hayatının meselesi haline getiremez. Onun orada yapabileceği tek şey bana güvenmek, ama gerçekten güvenmek. O ilişki normal insan ilişkilerinde karımızdan, arkadaşımızdan ne bekliyorsak odur ki bunların tanımları çok azdır. Dürüstlüktür, yalan söylememektir. Buna dikkat edilmemesi, işlerin kötü gitmesine, bir sürü paranın boşuna harcanmasına sebep olur ki bu da aynen öyledir. Ben film çekerken inanın bir oyuncunun yeteneğinden çok nasıl bir insan olduğuna, nasıl bir ahlaka sahip olduğuna, ne kadar anlama gücü olduğuna dikkat ediyorum. Çünkü diğeri benim zekâma, anlama gücüme göre tamir, telafi edilebilir şeyler. Ama inanın Beşiktaş'ta özellikle benim en çok kafama takılan şeylerden biridir, İbrahim Akın'ın geldiğinden beri ortadaki sorunun bir türlü çözülememesi. Bunlar yirmi yaşında çocuklar. Tüm bunlar da bana şunu düşündürtüyor bu anlamda; Bir Lucescu vardır, bir de ötekiler vardır. O yüzden Lucescu'yu şu tarafa koyarım, diğerlerini başka bir tarafa. Çünkü Lucescu bu dediğim anlamda futbolu kendinden menkul soyut bir şey olarak değil, insan olmanın, yaşadığımız hayatın bir parçası olarak, bu aradaki bağları diri tutarak yaşamış, özellikle de Beşiktaş'ta bunu öğretmeye başlamış, seyircilere bunun sirayet etmesine sebep olmuş bir adamdı. İnanın bu yönetim bu futbola inanıp, basit düşünüp futbolun soyut bir şey olmadığını kavrayabilecek zekâda ve yetenekte olsaydı, Lucescu'yu göndermeselerdi bugün Beşiktaş o çok övündüğümüz, yüzyıllık geleneğindeki Beşiktaş olmaya çok daha yakın, çok daha gurur verici, bugün Beşiktaş içerisinde varolan o kırgınlık duygusunun olmadığı, başka kötücül duyguların bu kadar öne çıkmadığı, bizim adalet duygumuzu yaralayacak hiçbir futbolcunun, olayın olmadığı başka bir takım olma özelliğinde çok daha saygın bir durumda olurdu. Ve buradaki sır kesinlikle Lucescu'nun az önce söylediğimiz gibi bir adam olmasıydı, ama olmadı. Örneğini verelim işte; Tigana geldi, tamam Beşiktaş seyircisi vefakârdır, Tigana'yı da sevdi, sahip çıktı. Tigana zenciydi ama tipik bir Fransızdı. Lucescu'nun o Ronaldo, Zago, Giunti ve İlhan Mansız'la, üçdört futbolcuyla yarattığı şeyi, çok daha büyük olanaklarla yaratamadı. Lucescu ortada zaten. Aldığı riskler, kişiliğini ortaya koyma gücü, bekleneni değil de inandığını söyleyebilme ve öyle davranabilme açısından. Zaten ben üstümüzdeki lanetin Lucescu'ya yaptığımız ihanetle ilgili olduğunu düşünüyorum. Şu anda onun vebalini ödediğimizi düşünüyorum.

Futbol ve sinema ilişkisinden devam edersek, Zoltan Fabri'nin "Cehennemde İki Devre"si vardı. Son dönemde belgesel niteliğinde "Zidane" gibi ya da kurgusal olup da daha çok futbol endüstrisine hizmet eden "Goal" gibi futbol filmleri çekiliyor. Size büyük maliyetler gerektiren bir futbol filmi mi, yoksa ayın karanlık yüzü gibi futbolun başka yüzlerini, kimliklerini anlatan filmler mi cazip geliyor?

Ben futbol filmi çekmem ama futbolu konu eden film çekerim. Diğer filmlerimde sorun ettiğim, mesele ettiğim o insanın doğasını anlama, hayatı hissetme, koklayabilme çabası sırf futbolu konu eden bir filmde de olmadıkça, futbol sevgisini hayat sevgisinden soyutlayarak bir futbol filmi çekmem. Futbolu konu eden bir film çekerim, öbür filmlerimdeki bütün temalarda, yaklaşımlarda, gerçekçilik neyse o da olur. Ben zaten sinemada böyle türlerin ayrılmasını da anlamam. Neyi konu ederse etsin insan doğasına ait bir muğlaklığı anlamaya çalışan, bana hayat duygusunu hissettiren, onu koklatabilen bir yanı olmasını ararım. Futbol filmi diye bir kategoriyi prodüktörlerin, bu işten para kazanmak isteyen insanların bir aracı olarak anlayabilirim ama bu benim gerçekten bilmediğim bir alan.

Belgesel gibi bir düşünceniz var mı?

Var. Devamlı gidip geliyor işte, mesela Yusuf Tunaoğlu.

Devamlı Zeki Demirkubuz Beşiktaş belgeseli çekti, çekiyor, çekmek üzere diye sözler dönüyor ortada, bunların hepsi şehir efsanesi mi?

Hayır, onların benimle bir ilgisi yok. Şu var mesela, ben ikiüç senedir maçları kapalıda seyrediyorum. Bazen maç da kötüyse bırakıp çocukları seyrediyorum. Yüzlerine bakıyorum uzun uzun. Futboldan ötede başka bir şey de var. Tabii ki futbol da var, takım sevgisi var ama o sevginin kaynağına dair benim kafamı karıştıran, kafamda sorular oluşturan bir şeyler var. Bunları anlama arzusu uyandıran bir belgesel yapma ya da işte Çarşı'nın belgeselini yapma her zaman bende varolan bir şeydir. Ama "Çarşı desibel rekoru kırmış, Çarşı şöyle bir sosyal konuya el atmış," değil ben zaten böyle bir şeyi beceremem de. Yusuf Tunaoğlu belgeseli de yapmak var kafamda. Ama ben Yusuf Tunaoğlu'nu sadece futbol kriteri olarak alsam, daha iyi bildiğim Sergen'i yaparım. Bir Anadolu takımında maçtan sonra, tüm yöneticileri öbür takıma küfrederken, haksızlığa uğradığını söylerken "Hayır bunu biz yaptık, bahane bulmak hiç dürüstçe değil" diyen futbolcunun belgeselini yaparım. Çünkü beni insan duygusu olarak yakalayan değerli bir şey var orada, anlaşılması gereken. Beşiktaş Şampiyonlar Ligi şampiyonu olsun ben bunun belgeselini yapmam ama 2.Lige düşerse onun belgeselini yapabilirim. Beşiktaş'ın küme düşme, düşmeme maçı olan o Zonguldakspor maçına 67 bin seyircinin gelmesini, ne bileyim 12 Eylül döneminde şampiyon olduğumuz yılki o sokağa çıkma yasağına rağmen Trabzonspor maçından sonraki kutlamaları. Fakat bir hayat duygusu bulamayınca bırakın belgeseli, filmi, fotoğrafını bile çekmem o şeyin.

Bazen akıl dolu tribün tepkileri oluyor. "Hah şimdi oluyor" dediğiniz bir tribün tepkisi ya da bir tezahürattan, zekâ dolu bir eylemden sonra, ertesi hafta aynı tribünün size negatif gelen bir tepkisiyle sizin haleti ruhiyeniz ne duruma geliyor, bununla bağlantılı olarak futbol ve endüstrileşmesi hakkında neler düşünüyorsunuz?

Evet ama insan olmanın gerçeğinde bu var. Dediğiniz gibi çok akıl dolu, mütevazı, çok yüksek değerlerle bezenmiş ve sizi etkilemiş bir insanın bir gün başka bir konuda daha beklenti dolu, hırslarıyla ilgili gösterdiği çiğlik benim üzerimde nasıl bir duygu yaratıyorsa, hayal kırıklığı da, kötü bir şey de, iyi bir şey de demiyorum. Ona benzer bir duygu yaratıyor. Evet o insanlarla beraber olmak, onlarla aynı tutkuyu, derdi paylaşmak tamam ama o anda derin bir yalnızlık, "Bu insanlarla benim aramdaki mesafe de buymuş" duygusu hissediyorum. Bunun örneği de oldu, Ben yıllardır İnönü Stadı'nda hiçbir adaletsizlik duygusu görmedim. Beşiktaş seyircisinde garip bir vicdan var. Herkes korkuyla gelir oraya. Maçtan önce ortalık karıştırılır şu olacak, bu olacak diye. Tottenham'a da, Anadolu takımına da tezahürat yapılır. Bunlar tabii hep gözardı ediliyor. Ben bu yüzden mesela Çarşı'yı sevmişimdir. Hep onlardan beklenenin aksine hiçbir takıma orada kötü, adil olmayan bir davranış yapılmamıştır. Benim vicdanımda bunların hiçbirinde bir adaletsizlik yoktur. Ama geçen sene son haftalardaki Antalyaspor'la yapılan maçta, Antalyaspor inanılmaz iyi oynadı, çok direndi. Yılmaz Vural çok doğru hamleler yaptı, maçı zor aldık. Maç sonunda, tüm stat buna katılmasa da Antalya teşvik primi almakla suçlandı. O anda orada kendimi çok yalnız hissettim, bunun için çok kırgın da değilim ama Beşiktaş seyircisinin benim için öbür takımlardan farkı buydu. Öbür takımlar bir adalet aramıyorlar çünkü, sahip oldukları başarıyı haketmiş oldukları konusunda özel bir dikkatleri yok. Ben Beşiktaş seyircisinde bunun olduğunu biliyorum. Mesela "Şerefinizle oynayın, hakkınızla kazanın" pankartından sonra dikkat edin Burak o kadar gelecek vaat eden bir futbolcu olmasına rağmen o günden sonra bir daha iflah olmadı. Bir yıldır o çocuk neredeyse kayıp. Beşiktaş seyircisi bunu bile yaptı. Haksız yere attığınız bir gol oluyor hakem iptal ediyor biriki ıslık falan onun dışında aramızdaki konuşmalar aynen şudur: "Ya iyi ki iptal edildi, yoksa biz bunu nasıl kabul edecektik?" Ben böyle bir vicdanı, genel olarak söylüyorum başka takımlarda göremiyorum. Çünkü az önce anlattığım sebeplerden dolayı genel olarak endüstriyel futbol pompalaması, özel olarak da 1984 Özal sonrası ülkede kurulan yeni hayat, yeni algı, yeni ahlaki değerler, yeni varolma şekli yüzünden son 2025 yıldır da hiç eksilmeden, hiç tartışılmadan feci şekilde başarı olgusu pompalanmaya başlandı. Bize hayatımızı yaşarken ihtiyaç duyduğumuz yegâne şeyin başarı, yenmek olduğu, yegâne şeyin ben, biz olduğu bir mantığın, varoluş ahlakının devamlı pompalanması ve başarı için her şey mubahtır klişesinin en gelenekçi insanların bile yavaş yavaş boynunu eğdiren bir dayatma haline gelmesi yüzünden böyle bir şey oluştu. Ama insanlar şunu hiç tartışmıyorlar en ahlaksız adamın bile bir vicdan sahibi olduğunu, en namussuz insanın bile güvene ihtiyaç duyduğunu hayatımızdan çıkarmaya başladılar. Bunun gidişatı da hiçlik duygusudur ve futbolun daha önce bizim bir takım yaralarımızı saran, ruhumuzdaki bir şeylere iyi gelen, bizim hayatı biraz daha sevmemizi, ertesi sabah işe giderken biraz daha coşkulu gitmemizi sağlayan o yanının giderek kaybolmasıdır. Bunu hiç kasti bir duyguyla söylemiyorum, tamamen gerçek olduğu için söylüyorum. Bunun da karşılığı bugün Fenerbahçe Kulübünün yöneticisinden, seyircisine kadar içine düşürüldüğü durumdur. Çünkü bırakalım direnen öbür takımı, artık bütün maç boyunca iyi oynamış, varını yoğunu ortaya koymuş, sonuca yönelik tek bir hatasında kendi oyuncusuna bile büyük bir aşağılamayla tepki veren bir seyirci topluluğu oluşturuldu. O stada yakışan, o stadı tamamlayan bir şey haline geldi. Üzgünüm ama Fenerbahçe bilerek, organize ederek bunu yaptı. Buna bu ülkenin siyaseti de, entelektüelleri de destek verdi. Bu elbirliği ile yapıldı ama adım gibi biliyorum bu herkesi, Beşiktaş'ı da bekleyen bir tehlike. Fenerbahçe'den başladı, sırayla herkese dayatılacak bu. Ama Beşiktaş tribünleri bunu en son kabul edecek. Zaten bu "Son barikat" tanımlamalarının sebebi bu. Çünkü Beşiktaş seyircisi bunun farkında. Ama bugün tribünde olan insanlar yarın gidecekler, yarın kombine fiyatları arttığı için gelemeyecekler, yarın bir takım acayip yaptırımlar başladığı için gelemeyecekler. Oraya başkaları gelecek, başka bir Beşiktaş seyircisi yaratılacak. O işte bize dayatılan bu temaşadır, şovdur laflarıyla bugüne kadar bizim varolmamıza, ayakta durmamıza katkıda bulunan birçok yüksek değer gibi, mesela arkadaşlık gibi, yoldaşlık gibi, komşuluk gibi, hemşehrilik gibi bir sürü olgu nasıl hayatımızdan çıktıysa ve biz bunun eksikliğini hissetmiyorsak ama sonuçlarını çok sert yaşamak zorunda kalıyorsak futbol da hayatımızdan bu şekilde çıkacak ve bu hayat biraz daha kötüleşecek. Artık Beşiktaş'ta bile gencecik çocukların sponsorluk tartışmaları yaptığını görüyorum. Beşiktaş'ın kapalısında bile çocukların "Bizim ahlakımız, bizim gösterdiğimiz tepkiler hatırlanmayacak, sadece skorlar hatırlanacak, tarihe bu geçecek" dediklerini duymaya başladım. Biz "Gerekirse 2.Lig'de oynayabilmeliyiz" deme gücünü, sırf hamaset olsun diye değil, gerçekten inanarak söyleyebilirsek, işte o endüstriyel futbolun,futbolu hayatımızdan böylesi bir biçimde çekip çıkarmasını, bizi fark edemeyeceğimiz bir eksiklikle başbaşa bırakmasını ancak böyle engelleriz.

Yazılarını takip ettiğiniz yazarlar var mı?

Tabii ki, en önemsediğim yazar İbrahim Altınsay. Bir kere çok sevdiğim bir insan. Onu sinema yazarıyken de çok önemserdim, hatta en iyi bulduğum sinema yazarıydı. Kendi açısından biraz daha meselenin duygusunu da katsa tam tadından yenmeyecek yazılar yazıyor. Bir de adalet duygusu… Beşiktaş yöneticiliği yapmış olmasına rağmen hiçbir kölelik duygusunu hissetmedim bugüne kadar. Adalet duygusunu ön plana çıkarabiliyor. Geri kalanlara şöyle bir genelleme yapayım; mesela Cem Dizdar'ın tribüncü yanını, tribünden de arkadaşım zaten, çok severim. Bunu hamaset yapmadan yazılarına da taşımasını çok ahlaklı buluyorum. Genel olarak şöyle bir şey var; bir eskiler var, bunlar bana bizim kötü bir şey olarak da söylemiyorum eski Yeşilçamcı sinemacıları hatırlatıyorlar. "İşte ekmek paramız" diye herkesle iyi olmaya gayretli. Ama bu sadece futbola ait olan bir şey değildir, her yerde vardır bunun karşılığı. Zaman zaman orada da iyi şeyler duyduğum oluyor ama bir süreklilik taşımıyor. Bir de genç kuşak var benim daha çok ilgimi çeken. Çok zekiler, gerçek bir futbol bilgileri var, onlarcasını sayabilirim ama onları da fazla rasyonel buluyorum. Duygu eksikliği var gibi geliyor ve bütün sahip oldukları o kadar bilginin ne işe yaradığı konusunda bana bir şey hissetiremiyorlar. Mesela Kazım Kanat'ı, Ahmet Çakar'ı insan olarak daha çok hissediyorum. Hani düşünceleri beni çok ilgilendirmemesine, uzak bulmama rağmen. Ama bu genç arkadaşları da daha duygusuz, zahiri bir görüntü gibi görüyorum. İnsan olarak bana daha az veri veriyorlar.

Yönetmenliğe bile ikna olma sürecinden geçtikten sonra karar verdiğinizi söylüyorsunuz. Başlangıç olarak da Masumiyet'in sonrasını alıyorsunuz. Beşiktaş için de böyle bir ikna süreci yaşadınız mı kendi içinizde?

Başlangıcından beş yıl öncesine kadar değil. O daha naif, daha çocuksu bir duygu. Ama beş yıldır bu ikna sürecini fazlasıyla yaşadım. İnanın bütün bu yöneticilere rağmen orada Beşiktaş yönetiminde, kulübünde, futbolcularda bana çok acayip gelen insanlar da var. Göksel Duyum diye bir arkadaşım var "Mehdi" nin yazarı, onunla buluştuğumuz sohbet ettiğimiz bir gece 21 bir takıma yenilmiştik. Onun içinde bulunduğu haleti ruhiyeye bakarak ben kendimi anladım. Bunun sağlamasını sadece kendi üzerimden değil çevremdeki Beşiktaşlılara bakarak da yaptım. Bir de benim gibi ahlakı ön plana çıkaran bir insanın kabul edemeyeceği çok şey vardır hayatta. Bunlar olmuyor değil üstelik daha kırıcı oluyor bizde. Bir programı izlerken Beşiktaş Asbaşkanı bağlandı ve "teşvik primi"nden yana olduğunu söyledi, onu çok zor aştım mesela. Üstelik şöyle bir manipülasyona girecek biri de değilim "münferit adamlar" diye. Çünkü bunlar münferit adamlar demeye başlarsak o zaman Fenerbahçeli, Galatasaraylı, MHK'deki veya Futbol Federasyonu'ndaki bazı yöneticilerin de münferit olduğunu söylememiz lazım. Ben böyle bir ikiyüzlülüğü de yapamam. Hâlâ da yutmuş değilim bunu. Son olayları o kadar iyi biliyorum ki, çünkü Yıldırım Demirören hiçbir şekilde Beşiktaş'ı düşünmüyor, egosunu ve kişiliğini Beşiktaşın bunu ispatlayamayız elbette çünkü bunun tersini söylüyor üstünde tutuyor. Ve bu yıl da şampiyon olamazsam korkusunun paniğiyle Sinan Engin'i getiriyor. Orada ben zaten şu bakımdan bittim, Beşiktaş Başkanının ufkunun Sinan Engin'e kadar olması, Sinan Engin ki Lucescu'nun başarısını sahiplenmeye çalışmış, hadi dedikleri doğru olsun beraber çalıştığı ve artık Türkiye'de olmayan bir insanın aleyhinde acayip şeyler söylemiş, kaçan şampiyonluktan sorumlu olan bir adamı kurtarıcı olarak görmedeki psikolojiyi hissettiğim zaman tabii kendimi ikna etme sürecim bayağı bir zor oldu. Ama allahtan Beşiktaş'a olan bağım başarıya bağlı değil. Bunu her zaman söylüyorum, ben en çok Beşiktaş yenildiği zaman Beşiktaşlı olduğumu hissediyorum. Bu en başında da böyleydi hâlâ da böyle.

Filmlerinizde hep bir televizyon metaforu var. Bazen o televizyonda maç da seyrettiğiniz oluyor "Bekleme odası" nda olduğu gibi. Bu televizyon imgesinin sizin için anlamı nedir?

Önce gerçeklik. Bunun anlamını falan hepsini bir yana bırakalım. Ki ben anlamı en son düşünürüm ve seyirciye bırakırım. Ben onu düşünürken yazarken hep gerçeklik olarak bakarım. Bu benim şu göstergebilimcilik tuzaklarına düşmemi engeller mesela. Bir defa televizyon gerçektir. Kutu, nesne, teknolojik güç olarak bir gerçektir. Her evde bulunur, her yerde bulunur ve insanın çevresindeki nesnelerle ilişki kurmasındaki en güçlü nesnedir. Çünkü bir odada iseniz koltuğa, duvardaki resme bakarsınız, eğer televizyon yoksa. Sonra boş bir yere bakıp düşünürsünüz. Ama televizyon varsa sizi hemen alır. Çünkü orada bir şey akmaktadır. O yüzden birincisi gerçektir, ikincisi benim çok sinematik bulduğum bir ögedir. Çünkü ben bir koltuğu çekerek fazla bir şey anlatamam ama ekranı çekerek onun içindekileri, bir Beşiktaş maçını ya da bir Türk filmini oradan göstererek sinematik olanaklar yaratabilirim. Benim için en önemli sebebi bu ikisidir. Üstü seyircinin çıkarımlarıdır. Ben bunu tasarlamam, ben bunu kurgulamam, ben bunu insanlara yöneltmem.

Didaktik bir anlatımınız hiç bir zaman olmadı zaten

Hiçbir şekilde olmadı. Böyle düşünmezken de olmadı. Birinci, ikinci filmimde de böyle bir şeyim olmadı, sezgisel olarak. Şimdi akıl olarak da böyle bir şeyim yok. Ondan sonrasını da ben bilemem, seyirci dediğiniz de homojen bir şey değildir, ben öyle bir şeyi de hiçbir zaman kabul etmedim. Ben seyirci diye bir şeyi kabul etmiyorum zaten. Binlerce değişik karakterde, değişik algılara sahip, değişik zaafları olan, güçleri olan insanları tek bir homojen kalıba sokup, onları öyle değerlendirmek, onlara öyle bakmak, ancak onları bilet olarak görme ahlakıyla ilgili bir şey olabilir. Ben hiçbir zaman böyle bir şey yapmam. Benim için seyirci şudur: Önündeki filmi anlamayan adamdır, önündeki filmi anlayan adamdır, filme eğlence olarak bakan adamdır, filme bir anlam olarak bakan adamdır, arayışı olan adamdır, olmayan adamdır, iyi adamdır, kötü adamdır, ahlaklı adamdır, ahlaksız adamdır bir sürü şeydir yani. Zaten seçkincilik de değil ama burada yakın bulduğum insanlara ben seyirci derim, öbürleri izleyicidir. O yüzden televizyonun çok da benim açımdan öne çıkmış anlamları yok ama seyirci için böyle şeyler olabilmesini anlayabiliyorum. Çünkü bir tür ortaklıktır bu.

Filmlerinizden birinde bir futbolcuyu oynatacak olsanız, kimi tercih ederdiniz, var mı aklınızda böyle bir isim?

Bir ara bir karakter yazmıştım hâlâ çekilebilir, Hasan Şaş'ı çok düşünüyordum.

Niye Hasan Şaş?

Yüz ifadesiyle. Çünkü o karakter de öyle biriydi. Duygularına kendini tutsak etmiş, gerçeği kibirinin arkasında kalmış ilginç bir karakterdi ve Hasan Şaş'a baktığım zaman onu görüyorum. Bir de Aykut Kocaman'ı mesela İtiraf filmindeki adam gibi düşünmüşümdür, düz ve ifadesiz bakışlarıyla. Hatta bir ara İtiraf filminin devamını düşünmüştüm. Adamı da İtiraf filminin devamı gibi değil de mesele olarak devamı gibi kurmuştum. Taşrada bir teknik direktör yapacaktım. Deplasmana gidiyor geliyor, kadınla olan durumu, o korkuları, kuşkuları çok bağdaştırmıştım futbolla, adamın teknik direktör oluşuyla onu ama ertelendi şimdilik.

Filmlerinize en yakın bulduğunuz maç hangisi?

Beni o açıdan en etkileyen şey tabii duygudur. Değişik duyguların, farklı duyguların yaşanma durumudur. Gençlerbirliği'ne 43 yenildiğimiz maçtır mesela. Oradaki İlhan Mansız'ın o hali hiç aklımdan gitmiyor. İnsan doğasını anlama çabasından bahsediyorum ya, yani İlhan Mansız'ın bile bilmediği derinlerindeki bir duygunun ortaya çıkması beni inanılmaz etkilemişti. O gün ona İmansız demiştim ama İ. Mansız'ı bilmiyordum, onu düşünerek söylememiştim. Bir gün maça giderken bir çocuğun formasında gördüm, İmansız yazmış acayip hoşuma gitti.

Son dönemde Beşiktaş ya da dışından beğendiğiniz futbolcular var mı?

Her şeye rağmen Beşiktaş'ta 5 tane sayabilirim. İlginç bir şekilde bunun kimse böyle olduğunu düşünmüyor ama sezgilerim Higuain'in Beşiktaş'a, hem ruh hem de yetenek olarak en yakışan futbolcu olacağını söylüyor. Benim o çocuğa geldiği günden beri garip bir inancım var, inanç da değil bu sadece sezgisel bir şey. Delgado'nun takım yapılırken, sistem oluşturulurken biraz daha kriter haline getirilerek düşünüldüğü takdirde hem çok iyi Beşiktaşlı hem de olduğundan daha yararlı olacağını düşünüyorum. Ama beni şu andaki Türkiye'de hem duygusal olarak, hem oynadığı futbol olarak en etkileyen futbolcu Tello. Hatta o çocuğa bakınca bazen gözlerim doluyor. Serdar Özkan'ı kesinlikle çok beğeniyorum ama Tello'yla, Higuain'in verdiği duyguları vermiyor bana. Cisse'ye garip bir sempatim var. İlk geldiği zaman bizim bir arkadaş "Bu bizim boyacı" demişti, hakikaten de öyle. Biz zaten böyle bir dile, ruha sahibiz. Dikkat ediyorsan yerli futbolcuları söylemiyorum, garip bir biçimde yerli futbolcular bana daha profesyonelmiş gibi geliyor. İbrahim Üzülmez benim hep sevdiğim biridir. Giderek son zamanlarda daha tedirgin ve panik olduğunu görüyorum, çok üzülüyorum ama benim için çok şey ifade eder, benim için emeği simgeler. Futbolcular kişiliklerini ne yazık ki oynadıkları kulüplerin duygusuna, ahlaki kriterlerine göre oluşturuyorlar, bu beni çok üzüyor. Devamlı başka biri olmaya zorlanıyorlar. Ben rakip duygusuna teslim olacak biri değilim ama bir futbolcunun Fenerli olma hali diye bir fotoğraf var artık. Mesela Galatasaray benim için daha vukuatlı bir alandır. Hakan Şükür ve ekürisinin, Ümit Karan'ın belirlediği davranış ahlakı. Skoru bana söylemesinler, Galatasaray'ın maçını izlerken Ümit Karan'ın rakip futbolcuyla bir mücadele sırasındaki tavrından Galatasaray'ın mağlup mu, galip mi olduğunu anlayabiliyorum. Eğer Ümit Karan, Hakan Şükür, Sabri kendisine çok sert bir faul bile yapılsa hemen o ağabey, babacan tavrını gördüğüm zaman "Ha Galatasaray galip ve işler yolunda" diye düşünüyorum. Ama en ufak bir şeye bir tahammülsüzlük, adil olmayan bir hırçınlık hali gördüğüm zaman iş değişiyor. Galipken değil, mağlupken de aynı tavrı gösterebilirlerse bende bir inandırıcılık uyandırıyorlar. Galatasaray futbolcuları benim için böyle bir topluluk. Tabii ki Ergün farklı, hoş Galatasaray'da da değil artık. Lincoln'ü çok beğeniyorum ama Feldkamp'ı daha çok beğeniyorum. Şu an benim belki en beğendiğim teknik direktör diyebilirim. Fenerbahçe futbolcularına baktığımda ise hep şunu görüyorum; bir resim vardır esnafların dükkanında, peşin satan ve veresiye satan. O peşin satan duygusunu veriyorlar bana, hoşuma gitmiyor o halleri. Bunun sağlamasını da şöyle yapıyorum. Bazıları Fenerbahçe'den gönderildikleri zaman Anadolu kulüplerinde oynuyorlar, orada veresiye satan gibi davranmaya başlıyorlar. Ama mesela bu tuzağa Beşiktaşlı futbolcular düşmüyor. Eskiyi zaten değerlendiremeyiz ama son yıllarda Beşiktaşlı futbolcuların bu anlattığım fotoğrafa benzer görüntüleri yok. En beğenmediğim adamın da, en doğru bulduğum adamın da böyle şeyler yaptığını bana kimse söyleyemez. Biz kaç defa İnönü'de yenildik, ben Saracoğlu'ndaki, Ali Sami Yen'deki manzaraların hiçbirini görmedim. Çünkü Beşiktaşlı futbolcu şunu biliyor, öyle bir çiğlik yaptığı zaman, seyirci bir şekilde onu affetmeyecek zaten bence Beşiktaş'ın da farkı bu. Başka takımlardan da beni etkileyen adamlar oluyor. Gerçekçi olma, adalet duygusunu ondan beklenenin üzerinde tutma çabasını gördüğüm zaman, onu bu ülkede ki her şeyin üzerinde tutmaya çalışıyorum zaten.

Konuşmanızın bir yerinde Beşiktaş'ın üstündeki bir lanetten bahsediyorsunuz. Böyle bir lanetin varlığına inanıyor musunuz ve neden böyle bir şey olduğunu düşünüyorsunuz?

Bu, lanet. Ama tabii uzaktan gelmiş bir lanet değil, bizim sebep olduğumuz bir lanet. Bunun iki tane sebebi var çok net. Bir tanesi Lucescu'ya yaptığımız ihanet, bir tanesi de Pascal Nouma'ya yaptığımız ihanet. Nouma, Fener maçında o hareketi yapınca bu bir anda Türkiye'nin meselesi oldu. Devlet büyükleri bile bu meseleye karışmıştı. Aslında Federasyon ahlaklı davrandı, hukuki davranıp 6 ay cezasını verdi. Burada önemli olan Federasyonun, Disiplin Kurulu'nun verdiği karardı. Çünkü hukuk böyle işler. Ben bir suç işlemiş olabilirim, yani o zaman her şeyi bırakalım ahlaki değerlere göre insanları cezalandıralım. Yok Fenerbahçe Kulübü, yok devlet büyükleri istedi, yok halkın bilmem neyi ne oldu falan gibi mazeretlerle Serdar Bilgili ve yöneticileri, ne olduğunu bile anlamadan çocuğu gönderdi. İçinde hiçbir kötü niyet olduğuna inanmıyorum. O öyle bir insan değil çünkü. Her maçta böyle şeyler olabiliyor ki bunun örneğini de vereceğim. O çocuğu bir tür ahlakçılık yaparak gönderdiler. Ahlaklı olmak başka bir şeydir, ahlakçı olmak başka bir şeydir. Ahlakçılık dünyanın en adi şeylerinden biridir. Bence lanet buradan başladı. Orada yapılacak şey şuydu; "Tamam bunlar tartışılır, olur biter. Pascal Nouma bizim futbolcumuzdur, üstüne üstlük herhangi bir futbolcu değildir. Bu yaptığını biz de doğru bulmuyoruz" Bu adam altı ay oynamayacaktı cezalı olduğu için. O ceza bitecekti ondan sonra göndermek istiyorsa kendileri gönderecekti. Meselenin başlangıcı budur. Gökdeniz'in olayı, Pascal'ın olayından daha mı az ahlaklı ya da bu ülkenin vicdanını bozucu bir durum? Deivid'in Süper Kupa maçında yaptığı hareket? Nerede peki devlet büyükleri, nerede Fenerbahçe yöneticileri, nerede Beşiktaş yöneticileri, nerede Serdar Bilgili? Fenerbahçelileri anlıyorum, kızmıyorum da onlara, buna karar vermişler, kendilerini böyle ifade ediyorlar. O gün Beşiktaş yönetiminde olanlar nerede, "Biz Pascal'ı niye gönderdik o zaman?" demediler. Ötekiler bizim rakibimiz, bizim kötü olmamızı istemelerinden doğal hiçbir şey yok. Eğer sen Beşiktaş'ın yöneticisiysen, orada bir güce sahipsen ve o gücü kullanmayı, o gücün adaletini, o gücün vicdanını başkasının eline terk edersen, her şeye layıksın. İkinci lanet de Lucescu. Lucescu ne yaptı ya? Lucescu, hiçbir şey sormadan olağanüstü bir durumda Beşiktaş'a geldi, çok net bir biçimde yönetime ne istediklerini sordu, şampiyonluk istediklerini söylediklerinde, şampiyon olacak şekilde davrandı. Ve ikiüç tane futbolcu dışında bir sürü yeteneksiz, bir sürü ortalama adamla bu takımı şampiyon yaptı. Ertesi sene mesela Beşiktaş bunun hesabını vermek zorunda o yıl ne olduğunu, o yılın arkasındaki hakikati ortaya çıkarmadıkça, bence bu lanet her zaman devam edecek. Bir Pascal konusunda özür dilemedikçe, bir de o yıl o şampiyonluğun adım adım nasıl gittiğini, Cem Papila olayını, oradaki başka olayları sorgulamadıkça, bu lanet hiçbir zaman da gitmeyecek. Lucescu gönderildi, gönderilirken Yıldırım Demirören'in konuşmasını çok net olarak hatırlıyorum. Bir mantık da yoktu orada "Biz Lucescu'yu seviyoruz ama bizim başka hedeflerimiz var." Sen neyi gerçekleştirdin de, ne hedefin var? Del Bosque'yi getirince Şampiyonlar Ligi şampiyonu mu olacaksın. Şuradaki adaletsizliği ben hâlâ sindiremiyorum. Lucescu çok az para aldı, parayı hiçbir zaman sorun etmedi ve giderken alacağını statın yapımına bağışlayarak gitti. Onun yerine tercih ettikleri, onu onun için kırdıkları adam bugün onları mahkemede süründürüyor. Gururlarını her şeylerini kırmış durumda. Peki o zaman ben Beşiktaşlı yöneticilere soruyorum ve dolaylı olarak Beşiktaş seyircisine özellikle Çarşı'ya da soruyorum: Beşiktaş'da ya da bu ülkede iyi bir insan olmakla, namuslu bir insan olmakla, dürüst bir insan olmakla, gururlu bir insan olmakla bunların tam tersi olmanın arasındaki fark nedir? Lucescu enayi mi peki böyle olmakla? Beşiktaş kendisini ahlakla ifade eden, yüksek değerlerle ifade eden, bugünle değil geçmişle ifade eden, başarılarla değil şerefli ikinciliklerle ifade eden bir topluluk. Siz bunu yaparsanız o zaman Fenerbahçe'yi, Galatasaray'ı, başkalarını hangi yüzle eleştirebileceksiniz. Hangi yüzle onlara hesap verebileceksiniz ? Beşiktaş'ın şu anda onur duyulacak en önemli ögesi olan taraftarların bile Lucescu ve Pascal olayını yutmasını ben hâlâ kabul edebilmiş değilim. Ve utanmadan sanki futbolda utanç yok, futbol o kadar rasyonel bir oyun, başarıya dönük bir oyunmuş gibi düşünüp sanki futbolda utanmak olamaz, itiraf olamaz, futbolda insani duygular olamazmış gibi, bir de Lucescu'da orada bizi bekliyormuş gibi teklif etmeler, "Biz onu getiririz" demeler. Lucescu'nun yerinde olsam Fener'e giderim ve Beşiktaş'a gelmem. Beşiktaş ancak bunun bedelini öderse, bunun itirafını yaparsa hem Pascal konusunda hem Lucescu konusunda, bunun utancını yaşarsa ancak o zaman yeniden başka yüksek değerlere sahip olmanın hakkını taşıyabilir. Çünkü bu gerçekten futbolu da, seçimi de aşacak bir şey. O zaman bırakalım futbolu, neden iyi bir insan olayım sorusunun cevabını veremem. Aksine herkesin kötülüğü övmesini, kötü olmasını, ikiyüzlü olmasını haklı bulmak durumunda kalırım. Madem futbol hayatsa, madem futbol futboldan öte bir şey ise özellikle de Beşiktaş pek çok ahlaki anlamda, insani değer anlamında son barikat ise bunun hesabını vermeliler. Geçmişte kaldı, eskiden oldu şu bu değil. Eğer hâlâ Baba Hakkı'nın, Şeref Bey'in yaptıklarını söylüyorlarsa bunun utancını da taşımak zorundalar. Bunu yapmadıkça bu böyle gidecek. Beşiktaş'a insanlar saygı duymamaya başladılar, iş böyle bir hale geldi. Türkiye 1984'den sonra ne yaşıyorsa ahlaki olarak, biz de Beşiktaş olarak bunları yaşamaya başladık. Dönüm noktası da bu iki olay oldu. Ben Sinan Engin'e filan kızmıyorum hiç. Bu ülkede herkes iş arıyor, kendini göstermeye çalışıyor, kimlik edinmeye çalışıyor. Sinan Engin tabii ki böyle bir teklif geldiyse bunu kabul edecek. Bunu Fenerbahçeli bir adama da teklif edin yine Beşiktaş menajerliğini kabul eder. Olmuyor mu? İşte geçen sene Fenerbahçe'de oynayan Rüştü ile Mehmet Yozgatlı bugün bizde, Tümer orada oynuyor. Bu demektir ki son tahlilde kişisel dertler bunlar, çıkar meselesi. Ama 15 yıldır tek şampiyonluk yaşatan, bizim en onur duyduğumuz, en çok gurur duyduğumuz bir dönemi kısa bir süre de olsa yaşatan bir adama ettiği haksızlıklar, ettiği ki o yokken sözler yüzünden bile ben Sinan Engin'i bu kulübün kapısından sokmazdım. Şu anda da Yıldırım Demirören hükümeti bunun bedelini ödüyor. Bu PAF takımı sözleri falan bunların hepsi çaresizlik. Biraz daha dirayetli, soğukkanlı, neden orada olduğunu iyi sorgulamış bir adam bunların hiçbirine başvurmaz.

Futbolun geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Valla hayatın gidişatı bence futbolun gidişatından çok bağımsız değil. O konularda böyle çok ideolojik kötümserliklerim de iyimserliklerim de yok. Ben insanın doğasını her şeyin üzerinde tutmaya çalışan biriyim. Bu doğa da her şeyi yaşayacak kapasitede yaratılmış. Dolayısıyla dünya zaten böyleydi, yani bugün başlamadı bu gidişat. Yüzyıl öncesi bir önceki yüzyıla göre yine cehennem, kıyamet zamanıydı. Bu insanın gücüyle ilgili bir durum. Özel bir takım dertlerim yok. Hayat neyse futbol da odur, futbol neyse hayat da odur. Ama kendime dair şunu söyleyebilirim, böyle demekle bunu kabul ettiğim anlamına gelmiyor. Pek çok şeyden ben de memnun değilim. Bu hayatın böyle olmasında beni de yaralayan bir sürü şey var. Ama şu da var ki ben sonuçta güçlü bir insanım, çabalayan bir insanım başkalarının tercihlerini yaşıyorum sonuçta. Onlar bu tercihlerinin sonuçlarına katlanabiliyorsa, ben haydi haydi katlanırım. Bir tek ben burada herhangi bir suçumun, benim vicdanımı rahatsız edecek bir şeyin olmamasına dikkat etmeye çalışıyorum. Yoksa o kadar da fark etmez, alayına gider…

 
Hakan Kirezci - Templates para novo blogger