Halkın Takımı Dergi 2.Sayı (Yumurtakafa YILMAZ)

31 Ağustos 2008 Pazar

Nasıl olmalı?..

Ne oldu da böyle oldu ?
Nerede hata yapıldı ?
Sorular ve sorular…
Kimimiz -ki bende dahil- ilk duyduğumuzda inanmak istemedik.
Birçoğumuz üzüldük.
Kimisi de sevindi.
İşte bu sevinenler kimdi ki bu olay onlar mutlu kıldı?
Bir tarafta üzgün çoğunluk, diğer tarafta mutlu olduğundan emin olmayan şaşkın azınlık.
Uzun süredir yazılarımda birlik ve beraberlik mesajları veriyorum ama nafile; hatalı kararlar ve kendiliğindenci tutumlar, süre içinde semtteki arkadaşlar arasında yorgunluk hissiyatını ön plana çıkardı ve…

Nedir bu kendiliğindenci tutum ?
Bu konuyu aydınlatmak için çArşı’yı çArşı yapan kapışmaların yerine barış sürecinden sonraki süreci değerlendirmek daha doğru olur.
Barış süreci sonrası semtteki arkadaşlara sunulan “kahraman” bakış açısı sulandırılarak piyasa yapmaya çalışıldı. çArşı kurucuları aktif toplumsal sorunlara kimi zaman ciddi kimi zaman da esprili yaklaşımlar sergilemek ile meşgul iken, görevi devralacak bazı genç arkadaşlar farklılaşmaya başladı. çArşı’nın yapısı gereği paylaşımcılık ruhu gençliğin içinde “kolaycılık” olarak yerini aldı.
Hayatında alınteri dökerek para kazanmayanlar çArşı liderliklerine soyundu; üstelik “sol” kimlik taşıdığını iddia ederek.
2002-2003 sezonunda tepkisel olarak gelişen bu kolaycı anlayışı tasfiye ederek, derneğin bu tür şeylere alet edilmemesi için kapanmasına karar verdik.
Alen’ in ifade ettiği gibi “aslolan BEŞİKTAŞ’tır, çArşı asla şerefli kulübümüzün önüne geçemez. Nitekim BEŞİKTAŞ olmasa çArşı asla olamazdı.” düşüncesinin ne kadar doğru olduğunu hep birlikte kamuoyu ile paylaştık.
Bizde biliyoruz, herkesin kendine göre bir BEŞİKTAŞ sevgisi vardır. Milliyetçi, asi, inançlı, ateist veya sosyalist… Sıralanır gider. Oysa çArşı, herkese her şeye göre biçimlenemez; kendi gerçeklikleri vardır. Asi bir ruhu ve insanlara sunulması gereken, taşıdığı sosyal sorumlulukları vardır.
Biz değil miydik kutsal değerlerimize hakaret ettiği için Danimarka’yı uyaran.
Biz değil miydik Filistin’li kardeşlerimizin çektiği ızdırabı paylaşan.
Biz değil miydik insanlarımızın kanser illetiyle hayatını kaybetmesine yol açan çirkinliklere tepki koyan.
Biz değil miydik 17 Ağustos felaketinden sonra unutulan gerçeklere karşı hala önlem almayanları protesto eden.
Biz değil miydik savaşa karşı barışı savunan.
Ve yine biz değil miydik; bedeller verilerek kazanılan emek kazanımlarının kaybedilmesine karşı 1 Mayıs’da dimdik duran.
İşte bazılarının hala anlayamadıkları şeyler var. Bir bütünü tuttuğunuzda kalan parçanın bütünle uyumlu olması gerekir; aksi halde kırılmalara yol açar. çArşı her zaman bütün ile birlikte hareket etmiştir. O bütün, şanlı BEŞİKTAŞ kulübü ve taraftarıdır.
Bedeller verilerek HALKIN TAKIMI BEŞİKTAŞ ünvanını hak etmiş bir camianın basit tercihler ile yıkılması da mümkün değildir.
Kim Mostra Kemal ağabeyimizden daha milliyetçi olabilir ?
Ya da benden
Veya diğerlerinden…
Kuru bir söylemle olmuyor; altını doldurmak gerekir. Sadece BEŞİKTAŞ’ımızı değil tüm TÜRKİYE’yi, hatta belki de dünyayı doğru tercihlerle kucaklama zorunluluğu vardır.

Gelelim rant dedikodusuna ;
50 yaşına merdiven dayamış Mostra Kemal ağabeyimiz, çocuklarının nafakası için bir çoğunun beğenmediği işi yaparak ,“üstelik asgari ücretle” helal ekmek peşinde ter döküyor.
Yine 45 yaşındaki Cüneyt (Çolak), fiziksel olarak müsait olmadığı halde aynı çabayı göstererek ekmek parasını kovalıyor.
Bu ne menem, bu ne çirkin yaklaşımdır.
Bu arkadaşların yaptığı işi genç arkadaşlarımıza önerdiğimizde güldüler ve “bu paraya çalışılmaz boşta gezsem daha iyi” mantığını ortaya attılar.
Anlaşılacağı üzere bu tür dedikoduları çıkaranların neyin peşinde oldukları apaçık ortadayken, gençlerimizin bir kısmının buna inanarak, kolaycı yolu seçerek hisse beklentisi içerisine girmesi bizi çok üzdü.
Kafalarında kolay yoldan para kazanma ve isim yapma arzusu taşıyanlar bu işleri gerçekten iyi karıştırıyorlar ve genç arkadaşlarımızın bazıları da çArşı’nın oluşumuyla ters orantılı saygı teamüllerine aykırı hareket ederek kendilerini zayıf düşürüyorlar.
Bu da karşılıklı güven sorununu ortaya çıkarmaktadır.
Örnek mi ?
3-5 genç çapulcu, kuyrukta karambol yaratarak insanları çarpmaya çalışıyor. Bende kızdım tabii olarak. İçlerinden biri çArşı ismini kullanınca refleks halinde tokadı patlattım. Yanımda oğlum var. Kapalının karşı tarafından 3-5 kişi daha geldi; yani hazırlıklılar. Erhan, Engin (Nenem ağız) ve diğer genç arkadaşlar ile iyi bir fasıl çektik. Daha sonra şapkayı önümüze koyup düşündük. Aşağı yukarı her maçta bu tür çirkin hareketler sergileniyor; düşünsenize, adam çok sevdiği takımı çocuğuna da sevdirmek için formasını bayrağını almış gelmiş. Tantanacılar adamı çarpıyor ve o da aç karnına geri dönüş için tanımadığı insanlardan yol parası talep etmek zorunda kalıyor.
Bu sorunu halletmek için bir komite oluşturalım ve her an statta olabilecek olumsuzluklara müdahale edelim dedik fakat bazı arkadaşlar buna sıcak bakmadılar. “Polisin görevini üstlenmemiz doğru olmaz” dediler. Aynı arkadaşlar daha sonra başka kanallar aracılığıyla polisin, imamın, savcının, hakimin hatta yüce yaratıcının görevini dahi üstlenmeye kalkıştılar.

Hiçbir müdahale olmadan kendiliğinden gelişen bu ortamlar herkes için rahatsız edicidir. Eğer bir aile reisi kendisinden büyüğüne saygı göstermiyorsa çocuğundan ne bekleyebilir ki?

İsim yapmaya çalışan genç arkadaşların içindeki o “Asi ve Asil” ruhu anlıyorum. Onlara tavsiyem, pratik hatalar ile itici davranışlardan kaçınmaları ve çok boyutlu olarak BEŞİKTAŞ taraftarını kucaklamalarıdır.

Eksikliklerimizi biliyoruz. Tabii ki genç arkadaşlarımız ile iletişim kurarak bu eksiklikleri gidermeye çalışacağız ancak bu işleri birilerine devretmek gibi bir tercih olgusu oluşursa da bizler sade ve sadece semtteki genç arkadaşlarımıza bu işleri devredebiliriz. “Taşıma suyla değirmen dönmez”

O ışık gençlerimizde…

Bir ağacı izleyeceksin.
Şöyle sırtını yerde tutarak
Ve gölgesinde yatarak.
Bir ağacı seveceksin.
Yaprakların ışıkla dansını,
Işığın gözüne yansımasını
Kuşların dallarda zıplamasını
Seveceksin.
İnsanları izleyeceksin
Şöyle dalgın dalgın bakarak
Ve yerden usulca kalkarak
İnsanları seveceksin.
İnönü’ de kuyrukta beklemeyi
Hatta soğukta titremeyi
Bağırarak sesini yitirmeyi
Seveceksin….

Halkın Takımı Dergi 2. Sayı (Murat YILDIRIM)

Ya-ya-ya...Şa-şa-şa...

Bir zamanlar tribünleri dolduran taraftarlar takımlarını “Ya ya ya,şa şa şa …….., …… çok yaşa” diye bağırarak desteklerlerdi. O zamanların taraftarı için en önemli mesele, takımının çok yaşamasıydı, yani hep var olmasıydı. O zamanlar tribünlerde yer alan insanlar için takımlarının sadece varlığı, kendilerinin var olması için yeter de artardı. Ortaklaşmak ve keyifle buluşmak için aranan müşterek işte bu kadardı. Bu talepteki vurgu, özdeşlemenin, birlikte var olmanın en ihtirassız ifadesiydi de… Bu alçakgönüllü dilek ve beklenti takım/taraftar ilişkisinin sürüp gidebilmesi için yeterliydi.

Endüstriyel futbolun bileşenleri ve birleştirenleri öncesi, taraftarın futbol oyunundaki en temiz hali yani… Dikkat edilecek olursa burada taraftarın kendisi için istediği hiçbir şey yok. Tezahüratın içinde ne “ben” sözcüğü var ve ne de “benim”… Bugünlerin, her sözcüğü arsızca üstünlük arzusu ve hırs kokan tezahüratlarıyla kıyaslandığında ne kadar mütevazı bir talep değil mi… Hiçbir ihtiras, zorlama, yönlendirme yok. Hiçbir baskı, taciz, öfke yok. Gönüllerin birleştiği tek bir ortak talep var : “çok yaşamak”… Yani yeter ki yaşa, nasıl olursa olsun sen çok yaşa bu bana yeter. Birlikte yaşar gideriz ve ben bununla yetinirim. Ne kocaman transferler, ne ulaşılmaz zaferler ne de bu diyarların en büyüğü olmak…

Buradaki hassasiyetin, karşılıklı bir var oluş meselesinden ibaret olduğu dikkat çekiyor. Öne çıkan gerçek, o günlerin taraftarının, aynen yukarıdaki tezahüratta ifadesini bulduğu gibi sadece taraftar olmasıdır… Destek mesajları hep ikinci tekil şahsı vurgulamakta. Kendisine dair hiç bir talebi yok, kendisi bu sürecin en etkili unsurlarından biri belki ama asla büyük paylaşım organizasyonunun henüz bir unsuru değil. Taraftar, henüz bu paydadaki en büyük ‘pay’ın kendisi olduğuna dair bir inanışa ikna edilmemiş. Bu haliyle ne güç ve iktidar sahibi ne güç ve iktidar sahibi olanlarla ilişkisi var. Ne kendini böyle bir yere koymakta ve ne de böyle bir talebi var. Yarattığı etkinin, kendisine sunacağı güç ve iktidara ilişkin sonuçlarıyla ilgilenmiyor. Zaten ne bir güç olma talebi var, ne de bir güç olursa bunun sağlayacağı iktidarı sevmek ve sahiplenmek özlemi ya da hayali ya da hesabı… Sıkı taraftar olmanın hiç beklemediği ve hatta talep etmediği bir yerde ve zamanda ona bir güç/iktidar sunabileceğini hiç düşünmemiş. Endüstriyel futbol senaryosunun kendisine de bir rol biçeceğini ve masada bir yer vereceğini hiç hesaba katmamış. Bu sandalyeye oturmanın var oluş şeklinde yaratacağı deformasyonun sonuçlarına ilişkin hiçbir fikri hazırlığı yok. Bu sandalyeye oturmanın kendisinden neleri alıp götüreceğini bilmiyor. Kendisini sistemin içine alacak ve dolayısıyla en etkili görünürken aslında esamesinin okunmadığı bir yere çekecek tuzağın farkında bile değil. Neticede bu safiyane duruş, sürecin aslında onun kontrolü dışında gelişmekte olduğunu da gözden kaçırmasına sebebiyet verdi. Bu vahşi gerçekle karşılaştığında itiraz edecek zamanı bile bulamadı. Şaşırdı. Kendini bu düzende yeniden konumlandırmaya çalıştı. Beceremedi.

Sevdiği ve olageldiği yer ile endüstrinin onun için uygun gördüğü daha doğrusu ona dayattığı yer arasında içine sindiremeyeceği bir fark vardı ve daha da önemlisi birbiriyle çok çelişmekteydi. Devasa bir dengeler oyununun en önemli aktörlerinden biri haline gelivermişti. Kendisinin bile inanamadığı bir gücün ve iktidarın sahibi oluvermişti. Önceleri yerini yadırgadı. Uygun bir pozisyon almaya çabaladı. Giderek, farkında bile olmadan kendisine biçilen rolün gereklerini yerine getirmeye başladı , hatta o rolü benimsedi. Artık tezahüratlarında öne çıkan vurgu kendisi ve beklentileri hakkındaydı. Taraftarı olduğu takım bile o’nun için vardı. Artık çok yaşayacak olan kendisi idi… Bu endüstrideki en önemli unsurun kendisi olduğunu fark etmiş olmanın güveni ile tribünlerdeki yerini alıyor ve “benim hakkım” dediği ne varsa yüksek sesle istiyordu. Sahip olduğu gücü bu şekilde kullanıyor olmasının son tahlilde endüstriyel futbolun şahlanmasına hizmet ettiğini göremiyordu. Kafalar karışmıştı. “Biz” bile denilmezken, yani kocaman toplamın içinde ayrıca “biz” ile ifade edilecek kimselerin dahi olmadığı bir yerde, “biz” sözcüğünün arkasına saklanan “ben” vurgularıyla tanıştı. Tamam, senaryonun “esas oğlan”ı olmuştu ama senaryoyu başkaları yazmaktaydı… Biz denilen yerde ister istemez onlar da ortaya çıktı. Bu kargaşada kim hangi değirmene ne için su taşımaktaydı, her şey karıştı. Ortaya baş edilemez bir kaos çıktı. Şimdilerde, filmin aynen geriye sarılması beklenmekte… Kendisine sunulmuş görünen güç ve iktidarın aslında bağımlı olmasını sağlayabilmek adına kullanılan bir araç olduğu fark edilecek öncelikle. Güç ve iktidar sahibi olmak elinin tersiyle itilecek. Böylelikle masadan da kalkılmış olunacak. Sonra kendini abartmaktan vaz geçilecek. “Ben” ve “benim” unsurunu öne çıkartan bütün tezahüratlar portföyden çıkartılacak. Tekrar en başa dönülecek ve takımı ile beraber çok yaşamayı isteyen ve sadece bu birlikteliğin var olmasıyla yetinip bununla mutlu olmayı bilen hakiki taraftarlar olarak oyunun içindeki hakiki yerine sahip çıkılacak…

Çarşı yine, yeniden...

4 Ağustos 2008 Pazartesi

 
Hakan Kirezci - Templates para novo blogger