Endüstriyelleşme ile ne derdimiz var?...

1 Eylül 2008 Pazartesi

Bazı kelimeler bazı dönemlerde ortaya atılır. Anlamları pek bilinmez ama söylenişi hoştur. Benim hatırladıklarımdan bazıları: Nostalji örneğin. İlk duyulduğunda fazlaca anlamı bilinmeyen bu kelime birden dile yerleşti ve anlamını öğrenen herkes konuşmasının bir yerinde mutlaka bu kelimeyi kullanmaya dikkat eder oldu. Öğrenenler hevesle öğretmenliğe soyunduklarından da birden yayıldı, ucuzladı ve artık sıradan hale geldi. Ardından medya kelimesi geldi oturdu piyasalara. Kimsenin başlarda doğru dürüst tanımlayamadığı bu kelime de kavramdan bağımsız ya da eksik anlamıyla aldı başını gitti. Halen de çoğu kimse tarafından gazete ve televizyon yayınlarından ibaret sanılmakla birlikte onun da modası geçmiştir. En yakını da sanırım empati. Öyle ki empatik olma modasının vardığı boyutlar dikkate alındığında eğer bu toplumda dile getirildiği kadar empati yapılabilseydi ortaya çıkabilecek olan kimlik bunalımını tahayyül dahi edemiyorum. Bu konudaki son örnek ve de konumuz ise ;

endüstriyel futbol.
Endüstriyel futbola karşı çıkmak ya da futbolun endüstri haline getirilmesine karşı olmak ile toptan endüstriyelleşmeye karşı olup olmamak arasında kafalarımız oldukça karıştı. Üzerinde fazlaca düşünmeden kavramları sloganlaştırıp kavramlar yerine pankartlar arkasında saf tutma alışkanlığımız, diğerlerini bilmem ama bizim sosyal-ulusal hasletlerimizdendir. Bu şekilde altı oyulan, içi boşaltılan kavramlara karşı -pek haklı olarak- mesafeli duran potansiyel düşünen kafalar mücadeleye de mesafeli durmayı tercih eder hale gelmeye başladılar ki asıl üzerinde durulması gereken tehlike sanırım budur. Bu nedenle süreci fazlaca teknik, tarihi detaylara girmeden, algılama gücümüzü zorlamadan, biraz şematik de olsa basitleştirip üzerinden geçmekte yarar var.

Yaşamak temel hedefse ihtiyaç-üretim-tüketim üçgeni yaşamın kaidesini oluşturur.
Temel ihtiyaçlar barınma,doyma ve korunma. Bu tesbitler doğrultusunda ele alınan bir kemik parçası, ucu sivri bir sopa, kenarı keskin bir taş ilk üretim araçlarıdır. Zeka ve ellerin sağladığı avantajlarla bu ilk keşifler icatlara dönüşür. Sivri taşı sağlam bir sarmaşıkla sopanın ucuna bağlarsınız mızrak ya da baltayı icat edersiniz. Ya da gerersiniz ok ve yayı icat edersiniz. Üretim araçlarının bu gelişimi süregelen keşiflerle beslene beslene mekanik tekniklerin gelişmesi ile doğanın mevcut olanaklarının kullanılması yolunda büyük olanaklar açar. Doğa henüz bakirdir çünkü. Tarımsal üretim ve avlanma mekanik tekniklerin hızlı gelişimiyle toplumsallaşma, işbirliği, işbölümü ve doğası gereği savaşları da ortaya çıkarmıştır. 1870 lerde patlayan sanayi (Endüstri) devriminin altyapısını oluşturan bu keşif ve icatların sonucu, mevcut üretimin ihtiyaçları aşmasıyla işsiz kalan müthiş iş potansiyelidir. Sadeleşelim.

Buharın gücüyle ortaya çıkan buhar makineleri, petrolun kendisinin ve gücünün keşfi üretim potansiyelini ihtiyaçların üzerine çıkarmasıyla ihtiyaçların çeşitlendirilmesi sorunu üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan azınlığın yani sermayenin ilk büyük sorunu olmuştur. Temel ihtiyaçların yanısıra tarımsal alanlardan kentlere taşınan proleteryanın çeşitlenen ihtiyaçları da bu üretim fazlasını besleyemeyince lüks tüketim kanalları açılmaya başlanmıştır. Endüstriyel sermayenin maliyet-kar analizlerini kendi lehlerine optimize edebilme gayretleri sonucu Ar-Ge (araştırma-geliştirme) departmanları parlak zekaların istihdam edilmesiyle yeni yeni kavramları sosyal yaşama sokmuştur. Hızla geçelim.
Mekanik bilimin gelişimi elektronik bilimlere devrildiğinde hız kazanan süreç, bilgisayar teknolojisinin sağladığı olanaklarla yıkıcı bir hıza ulaşmış durumda. Sıkışıklıklarını, bunalım haline geldiği zaman savaşın yıkıcılığına sığınarak aşabilen endüstriyel sermaye bir yandan da ilk başta değindiğimiz ihtiyaç-üretim-tüketim üçgeninin çok çok dışında alanlara yönelerek deli gibi aranmayı sürdürmektedir.

Peki endüstriye karşı mı olmalıyız yandaş mı?
İnsan temel ihtiyaçlarından birini ele alalım; örneğin sağlık. Hastalıklarla mücadele insanoğlunu varolduğundan bu yana meşgul etmiştir. Teşhis, tedavi, ilaç bulma ya da imal etme, hastalıkları önleme tedbirleri vb. tüm sağlık unsurları bilimsel gelişmelerle paralel bir gelişme göstermiştir. Sürekli çeşitlenen hastalıklar ve savaşların yıkıcı sağlık sorunları yaratması sağlık konusunu da büyük bir sektör haline getirmiştir. Kendini bu sektöre adayan eğitimli personelin geçim sorunlarının halledilmesi zorunluluğu da bu alanda çalışanları kaçınılmaz bir biçimde profesyonelleştirmiş ve her profesyonel ilişkinin doğası gereği bir alışveriş ortamı doğmuştur. Yani ilacı alan ve satan. Teşhisi koyan, tedaviyi yapan ve bunlardan yararlanan. Bakım yerlerini (Hastahane) kuran ve kullanan. Yani hasta olmak demek bir yerde bu sektörün çalışanları için bir nevi müşteri olmayı da birlikte getirmiştir. Bu kaçınılmaz elbette. Ancak bir kez müşteri konumuna geldiğinizde potansiyel sağmal olmanız ve kar hırslarının potansiyel hedefi haline gelmeniz de kaçınılmaz oluyor. Bu da ticaretin doğası. İlaç araştırma, üretimi, arzı son derece karlı bir alan olduğundan yatırımların da aynı oranda bu alana yönelmesi şaşırtıcı bir durum değil. Daha iyi sonuç almak demek daha çok satmak demek ama aynı zamanda daha büyük maliyet demek. Bu maliyetlerin kar optimizasyonu denkleminde mümkün olduğunca küçük tutulabilmesi yatırımların da sürmesi anlamına geliyor. Hasta olan bu ilacı almak zorundaysa bu ilaç da yapılmak zorundadır. Yani reklama dahi ihtiyaç duymayan bir konudan sözediyoruz. Kılçıksız balık. İlaç araştırmalarının yapıldığı laboratuarlarda hastalık araştırmalarının da yapıldığı, ağır bir hastalığın kesin bir tedavisinin bulunması halinde potansiyel müşterinin müşteri niteliğini yitirebileceği gerçeği bu sağlık sektörü ve hasta ilişkisindeki paradokslar olarak önümüze çıkıyor. Bu da sağlık alanına yatırım yapan dev sermayenin bu endüstriyel yapıdan kolayca vazgeçip geçmeyeceğine dair zihinlerde oluşan kötü! niyetli kuşkuları muhalif izanlara bırakıp devam edelim.

Sıcaklarda yiyecekler bozulur. Soğuk ortam da daha uzun süre dayanır. Bazı gazların soğutma yeteneklerinin keşfi ile hava sızdırmayan ortamlarda soğuk bir ortam yaratabilme olanakları buzdolabını yarattı. Bu buluş aynen endüstri kolu olarak üretime yöneldi ve herkesin bir buzdolabı oluverdi. Peki sonra? Üretim yani arz sürmekte ama talep azaldı. O halde gelsin Ar-Ge. Ağır sac gövdeler yerine yeni bulunan poliüretan malzemelerle tüm eski dolaplar yenilendi. O da bitti. Ne olacak? Dışına musluk takıldı ki açmadan soğuk su alabilsin insanlar. Üzerine saat takıldı, renkleri değiştirildi, boy boy çeşitleri yapıldı. Kapı sayısı artırıldı. Üzerine TV bile takıldı. Alt tarafı buzdolabı ama öyle demeyin. Yenilik gerekiyor ki üretim aynı hızda sürebilsin. Al dondurucuyu aşağıya ki belin ağrımasın sebze alırken.

Kısacası endüstriyel yapılar işin bokunu çıkarmakta pek mahirdirler yeter ki Pazar sağlam dursun, ücretler artmasın (maliyeti artırır) ama kredi kartları artsın çoğalsın… Tüketim hiç durmasın.

Sıradan bi eğlence
Ortaya yuvarlanabilen bir cismi atıp tekmeleye tekmeleye sabit bir yöne sürüklemeye çalışırken karşısına geçerek o cisimi kapıp ters yöne götürmeye çalışmak prensibine dayanan mücadele biçimi oldukça eğlenceli bir durum ortaya çıkarmış olmalı ki pek tutmuştur insanlar arasında. Herkesin katılmak istediği ve hatta sormadan katılıverdiği bu eğlencenin zamanla kaotik bir hale gelmesi ise uzlaşmayla bir takım kurallara bağlanması gereğini ortaya çıkarmıştır. En azından rekabetin eşit koşullarda gerçekleşebilmesi ve böylelikle alınan hazzın büyümesi için güçlerin eşitlenmesi sağlanmış ancak bu önlemlere rağmen yine de bazen bir tarafın sayısal eşitliğe rağmen fiziksel üstünlükle topu (evet o yuvarlanan cismin adı bu) kapıp hedefi belirsiz bir yöne doğru ne kadar daha gidebileceği pratik bir sorun olarak ortaya çıkınca sorun her iki ekibe de gittikleri yönde sabit bir hedef (kale diyoruz şimdilerde) koymak suretiyle çözülmüştür. Topu kapan ekip sadece ayaklarını kullanarak ve işbirliği yaparak sürükledikleri topu belirlenen hedefe kadar taşımayı becerdiklerinde kazanıyor. Kural bu. Karşı tarafa kendini kurtarma hakkı verilmesiyle bu hedefe varmalara sayısal olarak bir sınır getirilmiş, daha sonra ise sayısal sınır zaman sınırına dönüştürülüp üzerinde koşturulan alana da aynı sınırlama yönteminin uygulanmasıyla ortaya eni konu kuralları olan bir gelişkin aktivite çıkıvermiş. Oynaması kadar seyir zevki de büyük olan bu yeni aktivite değişik rekabet alanları yaratmakta gecikmemiş haliyle.

İnsanoğlu doğası gereği rekabeti sever ve bu doğrultuda rakip yaratmaya da pek meyillidir. Evde kardeşiyle rekabete giren ya da anne babası arasında kendi çıkarları doğrultusunda taraf tutarak emzirdiği rekabet güdüsünü dışarıda mahallesine taşıyarak büyütmeyi sürdürür. Top oynayan iki takımda bir yakını varsa o takımı tutar. Yoksa, kendi mahallesi başka bir mahalleyle oynadığı için kendi mahallesini destekler. Mahalleler köylere, kasabalara kadar genişleyip ortak bir takım kurduğunda rakip artık diğer köy ya da kasabalar olmuştur. Rekabetin sınırları bu şekilde kentlere ve ülkelere kadar genişler gider. Bu sözünü ettiğimiz yerel, toprağa bağlı rekabet. Daha farklı rekabet platformları hızla birbirini izlemiştir. Örneğin aynı mezhep mensuplarının oluşturduğu bir takım farklı mezhebin takımına karşı sağlam bir rekabet nedeni bulmuş demektir. Mahallenin-kentin ya da bölgenin- zengin çocukları bir takım kurmuşlarsa karşıtı yoksulların da hemen bir takım oluşturup rekabete dalmaları kaçınılmazdır artık. İnsanoğlu kendi farklılıklarını gruplayarak kategorize olurken bu eğilimini mutlaka futbol alanlarına da taşımayı olmazsa olmaz bir koşul olarak kabullenmiştir artık. İşte bu farklılıkların yarattığı rekabetler doğası gereği sürekli ateşlenerek yüzyıllara varan büyük mücadele geleneğini yani derby leri yaratmakta gecikmemiştir elbet.

“…İskoçlar'ın derbidaşları Celtic ve Rangers'ın hikayesini hepimiz biliriz.Katolik mezhebinin mensupları Celtic,protestanlığın izleyicileriyse Rangers oluşumlarının içerisinde bir kimlik vücuda getirmişlerdir.Birbirlerinin inancından oyuncu dahi oynatmamışlardır yakın maziye dek.Aralarındaki böylesi bir kutuplaşma,toplum içerisindeki ayrılığın bir yansımasıdır muhakkak. Yaratmıştır...

İspanya'da ise "Real" ön adlı,genellikle kraliyet yanlısı,kendini elit kabul eden kesimden sempatizan bulan takımlar vardır;ama bunların mutlaka bir anti-tezleri sayılabilecek rakipleri de bulunur.Real Madrid-Atletico Madrid,Real Betis-Sevilla gibi... Bunun yanında, oluşturulmaya çalışılan İspanyol toplumunun içinde kendini ifade etme derdinde olan "Etnik milliyetçiler"in bayraklaşmış takımları vardır İspanya'da.Katalan Barcelona,Bask Athletic Bilbao örneklerindeki gibi.

İtalya'nın Roma şehrine derbi heyecanı yaşatan takımlardan Lazio faşist,AS Roma ise sosyalist taraftar gurupları ile tanınırlar.Yine İtalya'da Livorno sosyalist,Udinese faşist destekli takımlar olarak bilinirler.Ayrıca Alman St. Pauli'de sol görüşlü taraftarları ile ünlüdür. Eski demirperde ülkelerine bakalım şimdi de...Buralarda Dinamo'lar polis teşkilatının;CSKA,Steau ise ordunun takımlarıdır.Eski Yugoslavya'nın Dinamo Zagrep-Kızılyıldız rekabeti Hırvat-Sırp savaşının haberciliğini yapmıştır.Yine Partizan, JNA (Yugoslav Milli Ordusu) bünyesinde kurulmuştur.Komünist işçiler,adı da Sırpçada "İşçi" anlamına gelen Radnicki takımını kurmuşlardır.

Çek Sparta Prag'da işçilerin kurduğu bir takımdır.
Macar MTK,başlangıçta Yahudi ve liberallarin ağırlıkta olduğu bir takımdı.II.Dünya Savaşı'nda bu takımın bir çok yandaşı toplama kamplarına götürülmüştür.Macar Vasas ise çelik işçilerinin takımıdır.

Aynı tarz oluşumlar Balkanlar'da Bulgaristan ve Arnavutluk diyarlarında da mevcuttur.Levski ve CSKA Sofya;Dinamo ve Partizan Tiran vs.
Ha bu arada demiryolu işçilerinin Lokomotiv'lerini de unutmayalım.
Futbolun beşiği İngiltere'ye bakacak olursak Everton,Aston Villa rahiplerin; Arsenal,Manchester United sanayicilerin;Liverpool liman,Blackpool kömür işçilerinin kuruluşuna ön ayak olduğu takımlardır”. (Tırnak içindeki bilgiler Kenan Özcan’a ait topraksaharuhu.blogspot.com’ dan alınmıştır)

Bu rekabetin vardığı noktayı inceleyelim.
Burada rekabetin dinamikleri sahada oynanan oyunun dışında, tamamen tribünlerde yeralmaktadır. Çünkü dış destek olmasa sahada sadece belirli kurallar çerçevesinde bir top tepme ve hedefe varma mücadelesi olacak ve bitecekti. Oysa şimdi sahadaki mücadelenin kazanılıp kaybedilmesi farklı dinamiklerin farklı duygularını beslemekte ya da zedelemektedir. Bu nedenle kazanmak oyunun verdiği hazzın ve becerme duygusunun çok daha üzerinde bir anlam taşımaktadır artık. Sahadaki oyunun kazanılması artık o takımın oynadığı oyunu kazanması değil o takımın varoluş sebebinin temsil ettiği değer ve inançların karşıt değer ve inançlara karşı bir üstünlük sağlanması anlamını taşımakta ve doğallıkla da bu inanç ve değerleri taşıyan geniş kitlenin kazanmayı mutlak surette kutsaması sonucunu doğurmaktadır. Bu durum artık kazanmak için yapılması gerekenlerin takımı oluşturan fanilerin fiziksel yeterliliklerine bırakılamayacak kadar ciddi bir iş haline gelmiştir. O halde ne yapılmalıdır?

Profesyonelleşme
Boş zamanlarında bu oyunu oynayıp zamanının çoğunu kendi yaşam mücadelesine harcayan oyuncuların dikkat ve güçlerinin sadece bu oyun üzerinde yoğunlaşmasını sağlamak ilk yöntem olarak tesbit ediliyor. Artık bu oyuncular bütün bir hafta boyunca rakiplerine üstünlük sağlamak amacıyla kendi gücünü ve alışkanlıklarını pekiştiren çalışmalar yapmalı ve edindiği bu ekstra gücü de haftasonunda oynayacağı maçta üst düzey performans gösterebilmek adına kullanmalıdır. Bu nedenle geçim sorunlarını kafasından atması gerekmektedir ki bunu ardındaki camia karşılayacaktır artık. Futbolcunun profesyonelleşmesi anlamına gelen bu durum onun bir de işyerine sahip olması zorunluluğunu getirmiştir. Neresidir bu işyeri? Elbette oynadığı takım. Artık o hevesli gençlerin eğlence amacıyla biraraya gelerek top tepiştirdikleri bir takım olmaktan çıkmış karşıtlarını devirmek için sürekli çalışan, çareler üreten profesyonellerin işyeri (kulüpler)haline gelmiştir. Kulüplerarası rekabet alanlarının farklı iç dinamiklere sahip çok farklı kaynaklardan beslenmesi hepsinin ortak bir kurallar bütünü içerisinde sınıflandırılması gereğini de dayatmıştır. Bu kurallar dinsel, siyasal, sınıfsal ya da bölgeselliği çok aşan ve en geniş katmanların tamamını kucaklayan bir otoritenin denetiminde olmalıdır, yani merkezi bir yönetimin. Dernekleşme yoluyla merkezi yönetimin denetimine alınan kulüpler federasyonlaşma yoluyla da kendine özgü dünyasını yaratmıştır artık.

Toplumsal dinamiklerin giderek büyüyen canlılığı artık çıkış yolları gitgide tükenmekte olan endüstriyel sermayenin ilgi alanı dışında kalması düşünülemezdi herhalde. Takımını ekonomik gücüyle beslemeye karar vermiş ve uygulamaya koymuş geniş kitlelerin asıl güç olduğu gerçeği ve bu ekonominin yönlendirilebilmesinin kolaylığı müthiş bir cazibe merkezi haline gelmesine yolaçmıştır haliyle. Peki bu iş nasıl olacaktır? Futbolun endüstriyelleşmesiyle sermaye-taraftar arasında oluşacak büyük Pazar potansiyelinin önündeki en büyük engel nedir? Önce bu tesbit edilmeli ve ortadan kaldırılmalıdır ki tüm kanallar açılsın ve futbol ekonomisi sermayenin güdümünde yaşamaya başlasın.
Spor kulüpleri hukuksal anlamda dernek statüsünde olup ticaret yasalarıyla değil asayişle ilgili yasalarla yönetilirler. Bu durum derneklerin ticaret yapması yönünde engel olduğu gibi sahip oldukları üzerinde de hak iddia etmesine de izin vermez. Yani bir kulübün renkleri, arması, adı, sahası, tesislerine verdiği isimler vb. tüm değerler ticari bir meta değil anonim nitelikli kamu malı statüsündedirler. O ismi, rengi, armayı ona kamu vermiştir, benimsemiş, benimsetmiş ve kabul edilir kılmıştır. Bu yüzden kullanım hakları kamunun elinde olup istediği gibi kullanmasını hiçbir yasa engelleyemez. Oysa bunların hepsi uygun bir yatırım politikasıyla meta olarak değerlendirildiği takdirde maliyet-kar analizinde büyük artılar sağlayabilecek madenlerdir ki kamunun elinde boşa akan su gibi çarçur edilip gitmektedir. O halde yapılacak ilk iş kulübü dernek statüsünden çıkarıp ticari sermaye şirketi haline getirmekten ibarettir. Yasalar izin vermiyorsa futbolun bu potansiyelinin önceden kestirilememiş olmasındandır. Değişen modern durumlara uygun modern yasalara gerek duyulmaktadır artık. Yasalar siyasetin işidir. Siyaset nedir peki? Siyaset ekonominin dümenindeki azınlığın pazarı oluşturan büyük çoğunluğa karşı korunmasını sağlayan mekanizmanın ta kendisidir. Mevcut yasaların revizyonu ve gerekirse yenilerinin yaratılıp uygulamaya konulmasıyla süreç başlatılır.Besleme parlak zekaların istihdam edildiği reklam sektörünün dahi beyinleri yarattıkları kampanyalar ve besleme otoritelerin, ekonomistlerin, bilirkişilerin vs.vs nin dezenfermasyon bombardımanı sonucu kitlelerin tepkileri başarı ve büyüklük hamasetiyle törpülenerek hızla kulüplerin şirketleşmesi operasyonuna başlanır. Artık yukarıda andığımız tüm değerler bu yeni şirketin öz sermayesi haline gelmiştir. Sadece o şirket tarafından kullanılabilir, satılır, değiştirilir hale gelmişlerdir. Artık çocuklar annesinin diktiği formasının üzerine kulübünün adını, armasını dikip giyemez; suç işlemiş olur. Lisans, patent adı altında yasal bir takım düzenlemeler kamunun kendine ait olanı satın almakta direnmesini korsanlık suçu olarak algılayıp cezalandırılmasını sağlamaktadır. Stadınızın çimini yapayım diyen tribünlerin birine adını vermeyi talep eder. Işıklandırayım diyen otoparkını ister. Yenisini yapayım daha çok gelebilin diyen hem işletmesini almak hem de stadın kamunun verdiği adını kendi adıyla değiştirmek ister. Formanı diken üzerine kendi adını koyar. Dikemeyen parasını verip armanın yanına kendi adını koyar. Artık kendi takımını seyretmek için büyük paralar ödemesi gerekmektedir taraftarın. İşin garibi de hiç şaşırmamıştır taraftar. Hatta benimsemiştir bile bu yeni durumu. Çünkü kendisine vaadedilen “Büyük olmak” tır. “Daha büyük olmak” tır. “En büyük olmak” tır.

Sonuç olarak, endüstriyelleşmiş futbolla geniş kitlelerin (taraftarın) arasındaki temel çelişki bu kitlelerin modernize edilmiş rahat, konforlu stadyumlarda takımlarını izlemeye, şık formalar, güçlü ve kaliteli oyuncularla iyi bir takım oluşturup kazanmaya, eğlenmeye, sevinmeye, şampiyonluklar kazanmaya itiraz etmelerinden değil uzun yıllar boyu kendini ait hissettiği değil, kendine ait olan değerler bütününün metalaştırılarak kendine satılmasına, bu ticarileşmenin doğal sonucu olan yozlaştırılmasına itirazıdır. Taraftar kendi rekabetini kendi değer ve konumuna göre inşaa etmiş, beslemiş, büyütmüş ve ardına geçmiştir. Şimdi değerlerinin mal kendisinin de kendi malı kendisine zorla satılan müşteri konumuna itiraz etmektedir.

Peki bu şart mıdır?
Ne olur yani, bırakın futbol endüstriyelleşsin, metalaşsın. Alanı varsa satan da satmaya, kar etmeye devam etsin. Alan olmazsa zaten kendi kendini yok edecek olan basit bir oyun için bu kadar yaygara yapmaya, fedakarlıklara şuna buna gerek var mı? Biz neden işimize bakıp eğleneceğimize kulübümüze, renklerimize, armamıza, koyduğumuz isimlere, atfettiğimiz değerlere sahip çıkıp kendimizi üzüyoruz.

Çünkü biz arızalıyız. Çünkü sorun sadece basit bir top oyununun sonuçlarına bağlı olarak haz almak ya da üzülmekten çok öte anlamlar taşımakta. Birer insan olarak sosyal kimliğimizi üzerine inşa ettiğimiz bir takım argümanların korunmasının kimliğimizin de korunması anlamına geldiğine inanıyoruz. Tek tek kişiler olarak bu argümanları başka başka, daha öznel yollarla da ifade edebiliriz elbette ancak kimliğimizin sosyal niteliği bizleri daha ortak bir simge arayışına yöneltiyor; öyleki farklılıklarımızla olan rekabetimizi, hücrelerimizde yaşattığımız tüm değerlerin ortak paydası üzerinde sürekli canlı tutabilmenin, kendini ifade ederken uzun uzun cümleler kurmak zorunda kalmadan kısaca anlatabilmenin, onurumuzu, şerefimizi, haysiyetimizi, adalet ve merhamet duygularımızı keskin tutabilmek için onları elle tutulur bir biçimde somutlaştırabilmenin ve ilan etmenin en dürüst yolu, bizlerin de Beşiktaş’lı olmamızın da en temel sebebi budur.

 
Hakan Kirezci - Templates para novo blogger