Bahattin Baba Filistin direnişinde

30 Aralık 2008 Salı

İade ediyoruz!..

29 Aralık 2008 Pazartesi

Muse...(Halkın Takımı Dergi 4. sayıdan)

22 Aralık 2008 Pazartesi

Güzel sanatların dokuz perisinden birinin adıdır Muse… Namı-diğer ilham perisi.

Müze kelimesi batı dillerine buradan gelmiştir. Sanatçıların en çok ihtiyaç duydukları ilhamı, Türkçesi esini taşımakla görevlidir Muse. Hepsine yetişemez elbette; bazen geç kalır, bazen ise hiç gelmez. Yaratma sürecinde çekilen doğum sancılarının sebebi işte hep bu geç kalmalardır. Bir kez geldimiydi ise ellemeyin gisin artık. Ortaya çıkan eserlere çoğu zaman sanatçının kendi bile şaşar.

Muse sadece yetişemediğinden değil bazen de bilerek gelmez. Bunun sebebi taşıyacağı ilhamın beslenip büyüyeceği bir kaynak bulamamasıdır. Öyle ya, al şu ilhamı ne yaparsan yapla olmuyor işler. Bir kaynağa ihtiyaç vardır; esin kaynağına. Öyle ki o kaynaktan gelip oradan beslenip büyüyecektir sanat eseri yoksa ölü doğum olur ki örnekleri fazla aramaya gerek yok; mezarlığın üzerinde oturuyor insanlık.

Bir de ilham kaynağının niteliği önemlidir tabii. Bir sanatçının hedef olarak seçtiği kaynak kendinden beslenen sanatçının yaratacağı eser üzerinde son derece belirleyicidir.

Bunca lafı neden ettim? Anlatayım;
Bu şarkıcı-besteci taifesinin bir merakı vardı bir zamanlar, belki hala vardır bilmiyorum. İsterler ki bir şarkıları futbol stadyumlarının tribünlerinde taraftarın ağzında slogan olsun. Ajda Pekkan’ın meşhuur “dert ortağım benim, biricik sevgilim, söyle senden başka kimim var benim” şarkısı artık tribün klasiği sayılır. Bir başka klasik de rahmetli Yıldırım Gürses’in “son mektup” şarkısıdır; hani, “Beşiktaş’ım, sen çok yaşa, canım feda olsun sana” diye söylediğimiz şarkı. Türküler de çoktur böyle klasikleşen. En önemlileri olarak “fincanı taştan oyarlar…” diye başlayıp gideni veya “Dere geliyor dere yalelel yaalelel…” in modifiye edilmişi sayılabilir. “Neslin deden, ceddin baban…” diye başlayan mehter marşı da tribünlerde pek bir mutena yere yerleşmiş ve halen de orada durmaktadır. Böyle saymaya kalksak çook bulunur da aklıma gelenler ilk ağızda bunlar.

Fenerbahçe’li sanatçılar ise nedendir bilinmez hep yabancı kültürlerden esinlenirler bu iş için. En tutulan marşları “Yaşa Fenerbahçe” bir İspanyol şarkısıdır. “Il Viva Espana”… Yüzüncü yılarında ise Kıraç nam bir vatandaş, her ne hikmetse, aklında kaldığı kadarıyla Mikis Theodorakis’in ölümsüz 1 Mayıs marşını allayıp pullayıp salıvrmiştir Saracoğlu’nun tribünlerine dipten dipten; domates sular gibi. E tutmuş da iyi mi?... Hayırlı olsun.

Kayahan namıyla maruf bir besteci-şarkıcı var bilirsiniz. İyi kötü birşeyler beceremiş yetenekli bir bestecidir diyebilirim kendimce; ben sevmem ama inkar da etmem iyi işleri. Bu arkadaş da andığımız sebeplerden dolayı hem de tam, sıkı taraftarı olduğu Galatasaray’ın bir şampiyonluğunun ardından bir şarkısını piyasaya sürüverdi. “Bir-ki-üç-dört- eller şampiyon maaşallah…” gibi birşeydi. Amaç belli artık. Galatasaray tribünleri de kendisini yanıltmayıp bu ilginç şarkıyı dillerine dolayıverdiler hemen. İlham Kaynağı Galatasaray olunca ortaya çıkan şarkı işte böyle bir şey. (Erol Evgin’le ilgisi yok bu dediğimin)

Aynı Kayahan gazı aldı ya, bu kez ertesi seneyi gözlemeye başladı hemen. Tesadüfe bakındı hele… O sene de bizim yani Beşiktaş’ımızın yüzüncü yılıydı. Üstüne üstlük Beşiktaş bir de şampiyon olmasın mı? (olsun tabii yav). Bu yeni kaynaktan ilhamını alan Kayahan kardeş yapıveriyor bestesini; “Bizimkisi bir aşk hikayesi, siyah-beyaz film gibi biraz…”

* * *

Dediğim gibi Muse görevini yapar ve sanatçının ihtiyaç duyduğu ilhamı ona getirir ama önemli olan o ilhamın kaynağıdır dedik. Buyurun, bu iki şarkı arasındaki farklara göre kararı kendiniz verin şunlardan hangisi daha önemlidir. Söyleyen miii, söyleten mi?…

Bahattin Baba sahaya... Üçlü çektir kartala...

5 Aralık 2008 Cuma

Atkılarımızla tribüne...




Yumruklar havaya...

28 Kasım 2008 Cuma

Futbol ve düşmanlık

20 Kasım 2008 Perşembe

İşin özü ikisi de bir birine zıt ifadelerdir.
Oysa spor en ilkel saldırgan tutumu bertaraf edebilmenin yolu değilmiydi?
Peki günümüzde bulaşıcı bir hastalık gibi yayılan bu holigan anlayış ne ister ?
Oyunu görmez, onun asıl derdi rakip takım taraftarlarının bulunduğu tribünlerdir. Orayı adeta bir savaş alanı olarak görür. Rakip takım taraftarlarının varlığı bile onun için kabul edilemezdir. Hiçbir zaman yalnız değildir. Vurucu kırıcı her türlü teçhizata sahiptir. Tuttuğu takıma her koşulda bağlı olduğunu haykıran bir holigan için asıl önemli olan rakip taraftarlarla kavga etmek ve etrafı kırıp dökmektir. Sıradan bir holiganın en ürkütücü yanı ise, bir maçın kazanılması için her yolu meşru görebilmesidir.
Futboldan sadece görsel bir zevk değil, aynı zamanda psikolojik bir tatmin de bekler. Kendisini takımın bir parçası olarak görür. Taraftar psikolojisi çok farklı bir ruh dünyası yaratmaktadır. Bunun sosyal yaşamdaki bazı başarısızlıklarla da ilgisi vardır. Gündelik hayatta başarısız olan birey, toplum içinde kendisine sağlayamadığı statüyü tribünde bağırarak tesis etmeye çalışır.
Araştırmalarda 1950’lerden günümüze “futbol fanatizmi” diye tanımlanan holiganizmin yükselişinin nedenleri şu şekilde sıralanıyor:
1- İşçi sınıfının “kaba” ve “saygın” diye tanımlanan kesimlerinin hem kendi içinde hem de karşılıklı ilişkilerinde görülen yapısal değişimler.
2- Gençlere yönelik “boş zaman pazarı”nın yükselişi.
3- Genç taraftar gruplarının yurt içi ve yurt dışı maçlarına gitme talep ve imkanlarındaki artış.
4- Futbolun yapısal boyutunda ve kulüp – taraftar ilişkilerinde meydana gelen değişiklikler.
5- Kitle iletişim araçlarının yapı ve işleyişindeki hızlı değişim.
6- Tabloid basının yükselişi.
7- Gençlere yönelik işgücü pazarının gerçek anlamda çöküşü.


Futbol fanatizminde şiddeti tetikleyen başlıca unsurlar şöyle sıralanıyor:

1- Gazetelerdeki kışkırtıcı haberler
2- Gazeteci ve Kameramanların tutumu
3- Aşırı alkol kullanımı
4- Tahrik
5- Taraftarları etkileyen bazı politik gruplar
6- Polisin taraftarlara yönelik sert tutumu
7- Bilet satış ve dağıtımının yarattığı sorunlar
8- Statlardaki düzensiz ve eşitsiz yerleşimin yarattığı sorunlar.
Düşmanlıkların son bulması için yapılan spor karşılaşmalarının geldiği son durum maalesef bu.
Evet, biz Resmi Kurumların almış olduğu karar sonucu, Bursa maçına gitmedik bir diğer ifadeyle gidemedik.
Ya gitseydik…
Olabilecekleri tahmin etmek zor olmasa gerek bu nedenle böyle bir karar çıkmış.
Esasında iyide olmuş diyebiliriz.
Ancak; çözüm mü ? Nereye kadar, düşmanlık sürecek.
Bursaspor’un taraftar grubu Teksas’lı kardeşlerimiz henüz bazı şeylerin farkında değil herhalde.
Yapabildikleri; A.Gücü taraftarlarıyla birlikte hareket ederek bir nevi gençliğin verdiği heyecanla macera yaşamaya çalışmak.
Halbuki Beşiktaş camiası dünyanın dört bir yanında bilinen, geçmişte yaptıkları gıpta izlenen büyük bir güce sahiptir.
Bizim durgunluğumuz kimseyi aldatmasın, altında yatan nedenleri ancak bu kavgaları yaşayanlar bilir.
Şu anda bizim gençliğimizin de kanı kıpır kıpır her an bir şeyler yapmaya yaşatmaya müsait olmasına karşın bu arkadaşları devamlı sakin olmaya davet ediyoruz.
Gençlerimiz sadece İstanbul da değil;
Trabzon, Antalya, İzmir, Van, Bursa ve Ankara dahil Ülkemizin her tarafında ve diğer Ülkeler de her şeyi yakından takip ederek tepki gösteriyor.
Yani, bir iki kente sıkışmış bir camia değiliz.
Nereye kadar zapt-edebiliriz doğrusu kimse bilemiyor.
Ola ki; bir olay meydana geldi, hangi taraftan olursa olsun bir kişinin zarar görmesi bizi üzer.
Bursaspor’lu yada Ankaragüç’lü bir kardeşimizin burnunun kanaması beni de yaralar.
Bizler sorumluluk sahibi insanlarız, ağzımızdan çıkacak kelimeleri dikkatli sarf etmek zorundayız.
Herhangi bir şekilde zarar gören bir gencin anne yada babasına ne diyeceğiz arkadaşlar, gözyaşı sadece gözlerden akan tuzlu sudan ibaret değildir, ateş düştüğü yeri yakar.
En yakınımızda duran sonuç ortada; Karşıyaka’lı kardeşimizi ne uğruna kaybettik.
Aksini düşünen varsa; bunun hesabını hem bu dünyada hem de öbür dünyada nasıl vereceğini iyi hesaplamalı; çünkü karşılıksız kalmayacağı aşikardır.

Gelin; Dostluk ve Barış elini uzatalım, kırgınlıkları tartışmaları bir kenara bırakalım. Suçlu aramaktan vazgeçelim.

Hiçbir ana-baba gözyaşı dökmesin.
Yılmaz YILGIN

Halkın Takımı kime denir?

9 Kasım 2008 Pazar

Futbol denilen oyunun olmazsa olmazları vardır.
İşin “fut” kısmı için ayakları olan oyuncular…
“Bol” kısmı için bir top ve
İcrası için de saha…
Sonrası ise işin kalitesi, görselliği ve rahatlığı açılarından eklenen unsurlardır. Antrenör, formalar, özel ayakkabılar, çim sahalar, kurallar, hakem, sağlıkçılar, masörler vd….

Tüm bu toplam, amatörlük sözkonusu olduğu sürece güzel güzel maç yapabilmek, bir rekabet duygusu ve zevk unsurunu ön plana çıkarabilmek için gerekliliklerdir ama benim için hiçbir anlamı yok şu an için. Ben kim miyim? Cebinde parası, hem de bol parası olan ve paramı bu işe yatırarak para kazanabilir miyim diye düşünen bir ademoğluyum. Duruma bakıyorum ve düşünüyorum;

“Bu zevkli bir işe benziyor. Rekabet ateşi biraz üflenirse sıradan insanları ısıtarak bu işe harcama yapmaları sağlanabilme potansiyeli mevcut. Sıradan insanların kendilerini asgari ölçülerde ait hissettikleri gruplara (mahalle, köy, semt; hatta şehir ve hatta ülke; Bulunur daha ararsak. Mesela sosyal sınıf, ırk, mezhep, din… Ohhooooo bu iş tamam) ait bir takım oluşturabilir ve benzerleriyle rekabete sokabilirsek bu harcamaları yönlendirebilir miyiz? Yönlendirebiliriz anasını satayım. Hadi bakalım Bismillah…” Deyip işe dalıyorum. Kendim gibi paralı vatandaşlarla bu işi şimdi bildiğimiz hale getiriyoruz elbirliğiyle.

Bu işin heryerine para yatırıp heryerinden para kazanıyoruz şimdi. Bu proje sıradan bir saadet zinciri olmadığına göre bizim paralar nereye gidiyor ve gelen paralar nereden geliyor peki?
Oyuncusu, antrenörü, sağlıkçısı, masörü, bilet satanı, saha işleteni, devleti, belediyesi, topu formayı imal edeni, reklam vereni, reklam alanı, inşaatçısı, reklamcısı, gazetecisi, televizyoncusu… kısacası işe biryerinden bulaşan herkes para yatırıp para kazanıyor bu işten de bu karları ödeyen kim yahu? Yani bu değirmen dönüyor da su nereden geliyor?

Baştan ne dedik? Futbolun olmazsa olmazları vardır dedik. Bunları en önemlilerinden başlayıp aşağı doğru sıralarken taraftardan hiç sözetmedik. Etmedik çünkü bir futbol maçının gerçekleşebilmesi için en gerek duyulmayan unsur seyirci ya da taraftardır. Onlar olmasa da bu maç oynanır mı? Oynanır. Peki o halde; çıkaralım taraftarı bu çarktan bakalım neler oluyor.

Bu işin doğasında olmasına gerek duyulmadığı halde endüstrileştikten, yani basit bir oyunu para basan bir değirmene çevirdikten sonra, o değirmenin dönebilmesi için temel enerji kaynağı haline getirilen milyonlarca futbol seyirci-taraftarı bu endüstrinin asıl hammadde madenidir. Bu işin en temel unsuru olmasına karşın bu işe karşılıksız para yatıran tek tarafıdır. Desteklediği takım ya da kulübün büyüklüğünü niceliğiyle direk olarak belirleyendir. Futbol endüstrisinin üretimini satın alandır. Tüm bu alışveriş hangi motivasyonla gerçekleşmektedir peki? Tüm bu milyonlar cebindeki parayı ne karşılığında bu işe harcamaya ikna edilebilmişlerdir? Bunlara bakalım.

Rekabet duygusundan sözetmiştik. Rekabet eyleminin bir tarafı kazanmak diğer tarafı kaybetmek üzerine kurulmuştur ama tüm bu kazanç ve kayıplar geçicidir. Bir kez kazananın sonrakinde yitirme aynı şekilde yitirenin de sonrakini kazanma ihtimali bu rekabet duygusunu canlı tutan dinamiklerdir, yani süreklilik unsuru. Bu rekabeti yaratmanın yolu da kitlelerin aidiyet duygularını beslemek, onların ait oldukları bölge, sosyal katman, ırk, din ya da mezhep gibi alanlarda savaş bayrağını sallamaktan geçer. Böylelikle sürekli çağlayan sular bu çarkı kesintisiz döndürmeye devam edecek ve futbol endüstrisi üretmeye ve yatırımcılarına kazandırmaya devam edebilecektir.

Bu kadar çene yaptıktan sonra ortaya çıkan somut durumun somut bir analizini yaparsak ne görüyoruz ona bakalım da bitirelim.

Madem ki bu basit oyunu bizleri kullanarak bu hale getirdiniz o halde üretim araçlarının mülkiyeti konusunda yüzlerce yıldır süren sınıf savaşında da yeni bir cephe açmış sayılırsınız.

Bu gerçeği “Hiç kimse falanca takımdan büyük değildir… taraftar işine bakacak… Yöneticileri genel kurul seçer siz karışmayın… Şu istifa, bu istifa gibi söylemlerde bulunmaya hakkınız yoktur vb…” türünden gevezeliklerle gizleyemezsiniz; Bu mızrak bu çuvala sığmaz. Her kulüp artık arkasındaki taraftarın niceliği kadar büyük niteliği kadar da güçlüdür. Bu güç elbetteki hıyar gibi söğüşlenmeye gün gelecek itirazını edecektir. Kurduğunuz üretim çarklarınızı elegeçirme ya da başınıza geçirme mücadelesi onun genetiğinde yazılıdır. Bütün takımlar işin en başında halkın takımıdır. Arkalarındaki halk müşteri olmaya karar verdiğinde ise artık bu mücadelenin içerisinden çekilip saf değiştirmiş ve mevcut üretim-tüketim sürecinin yiyeni durumuna gelmiştir. Artık sahiplerinden istediği tek şey kıçının rahatlığı, kendisine sunulan hizmetin kalitesinin artmasından ibaret olup verebileceği maksimum mücadele ise bu yolda mızmızlanmak ve sitem etmeyi aşmaz. Kendisi sınıfsal niteliklerinden sıyrılarak endüstriyel bir dişli olmaya karar verenlerin takımları artık kaybedilmiş cephelerdir. Bırakalım kendi aralarında yiyip içsinler, beslenip semirsinler. Onlar artık takımlarından büyük olmak bir yana, onun hormonlu büyümesine hizmet eden sun’i gübreden başka bir nitelik taşımazlar.

Aidiyetlerinin tüm varlığına ve değerlerine sahip çıkmaya karar verip, ne durumda olduklarına değil ne olmaları gerektiğinin farkında olan, savaşını bu yönde örgütleyenler için ise mücadele hiç bitmez. Bir yandan bu çarkın içerisinde yer alarak onu döndürmeye devam ederken öte yandan da işleyen sistemi ele geçirme hakkını kendinde görerek mücadelesini “Kesintisiz” olarak sürdüren, öz niteliklerini asla yitirmemiş bu kitlelere halk, bu kitlelerin takımlarına ise halen ne durumda olursa olsun Halkın Takımı denir.

Endüstriyelleşme ile ne derdimiz var?...

1 Eylül 2008 Pazartesi

Bazı kelimeler bazı dönemlerde ortaya atılır. Anlamları pek bilinmez ama söylenişi hoştur. Benim hatırladıklarımdan bazıları: Nostalji örneğin. İlk duyulduğunda fazlaca anlamı bilinmeyen bu kelime birden dile yerleşti ve anlamını öğrenen herkes konuşmasının bir yerinde mutlaka bu kelimeyi kullanmaya dikkat eder oldu. Öğrenenler hevesle öğretmenliğe soyunduklarından da birden yayıldı, ucuzladı ve artık sıradan hale geldi. Ardından medya kelimesi geldi oturdu piyasalara. Kimsenin başlarda doğru dürüst tanımlayamadığı bu kelime de kavramdan bağımsız ya da eksik anlamıyla aldı başını gitti. Halen de çoğu kimse tarafından gazete ve televizyon yayınlarından ibaret sanılmakla birlikte onun da modası geçmiştir. En yakını da sanırım empati. Öyle ki empatik olma modasının vardığı boyutlar dikkate alındığında eğer bu toplumda dile getirildiği kadar empati yapılabilseydi ortaya çıkabilecek olan kimlik bunalımını tahayyül dahi edemiyorum. Bu konudaki son örnek ve de konumuz ise ;

endüstriyel futbol.
Endüstriyel futbola karşı çıkmak ya da futbolun endüstri haline getirilmesine karşı olmak ile toptan endüstriyelleşmeye karşı olup olmamak arasında kafalarımız oldukça karıştı. Üzerinde fazlaca düşünmeden kavramları sloganlaştırıp kavramlar yerine pankartlar arkasında saf tutma alışkanlığımız, diğerlerini bilmem ama bizim sosyal-ulusal hasletlerimizdendir. Bu şekilde altı oyulan, içi boşaltılan kavramlara karşı -pek haklı olarak- mesafeli duran potansiyel düşünen kafalar mücadeleye de mesafeli durmayı tercih eder hale gelmeye başladılar ki asıl üzerinde durulması gereken tehlike sanırım budur. Bu nedenle süreci fazlaca teknik, tarihi detaylara girmeden, algılama gücümüzü zorlamadan, biraz şematik de olsa basitleştirip üzerinden geçmekte yarar var.

Yaşamak temel hedefse ihtiyaç-üretim-tüketim üçgeni yaşamın kaidesini oluşturur.
Temel ihtiyaçlar barınma,doyma ve korunma. Bu tesbitler doğrultusunda ele alınan bir kemik parçası, ucu sivri bir sopa, kenarı keskin bir taş ilk üretim araçlarıdır. Zeka ve ellerin sağladığı avantajlarla bu ilk keşifler icatlara dönüşür. Sivri taşı sağlam bir sarmaşıkla sopanın ucuna bağlarsınız mızrak ya da baltayı icat edersiniz. Ya da gerersiniz ok ve yayı icat edersiniz. Üretim araçlarının bu gelişimi süregelen keşiflerle beslene beslene mekanik tekniklerin gelişmesi ile doğanın mevcut olanaklarının kullanılması yolunda büyük olanaklar açar. Doğa henüz bakirdir çünkü. Tarımsal üretim ve avlanma mekanik tekniklerin hızlı gelişimiyle toplumsallaşma, işbirliği, işbölümü ve doğası gereği savaşları da ortaya çıkarmıştır. 1870 lerde patlayan sanayi (Endüstri) devriminin altyapısını oluşturan bu keşif ve icatların sonucu, mevcut üretimin ihtiyaçları aşmasıyla işsiz kalan müthiş iş potansiyelidir. Sadeleşelim.

Buharın gücüyle ortaya çıkan buhar makineleri, petrolun kendisinin ve gücünün keşfi üretim potansiyelini ihtiyaçların üzerine çıkarmasıyla ihtiyaçların çeşitlendirilmesi sorunu üretim araçlarının mülkiyetine sahip olan azınlığın yani sermayenin ilk büyük sorunu olmuştur. Temel ihtiyaçların yanısıra tarımsal alanlardan kentlere taşınan proleteryanın çeşitlenen ihtiyaçları da bu üretim fazlasını besleyemeyince lüks tüketim kanalları açılmaya başlanmıştır. Endüstriyel sermayenin maliyet-kar analizlerini kendi lehlerine optimize edebilme gayretleri sonucu Ar-Ge (araştırma-geliştirme) departmanları parlak zekaların istihdam edilmesiyle yeni yeni kavramları sosyal yaşama sokmuştur. Hızla geçelim.
Mekanik bilimin gelişimi elektronik bilimlere devrildiğinde hız kazanan süreç, bilgisayar teknolojisinin sağladığı olanaklarla yıkıcı bir hıza ulaşmış durumda. Sıkışıklıklarını, bunalım haline geldiği zaman savaşın yıkıcılığına sığınarak aşabilen endüstriyel sermaye bir yandan da ilk başta değindiğimiz ihtiyaç-üretim-tüketim üçgeninin çok çok dışında alanlara yönelerek deli gibi aranmayı sürdürmektedir.

Peki endüstriye karşı mı olmalıyız yandaş mı?
İnsan temel ihtiyaçlarından birini ele alalım; örneğin sağlık. Hastalıklarla mücadele insanoğlunu varolduğundan bu yana meşgul etmiştir. Teşhis, tedavi, ilaç bulma ya da imal etme, hastalıkları önleme tedbirleri vb. tüm sağlık unsurları bilimsel gelişmelerle paralel bir gelişme göstermiştir. Sürekli çeşitlenen hastalıklar ve savaşların yıkıcı sağlık sorunları yaratması sağlık konusunu da büyük bir sektör haline getirmiştir. Kendini bu sektöre adayan eğitimli personelin geçim sorunlarının halledilmesi zorunluluğu da bu alanda çalışanları kaçınılmaz bir biçimde profesyonelleştirmiş ve her profesyonel ilişkinin doğası gereği bir alışveriş ortamı doğmuştur. Yani ilacı alan ve satan. Teşhisi koyan, tedaviyi yapan ve bunlardan yararlanan. Bakım yerlerini (Hastahane) kuran ve kullanan. Yani hasta olmak demek bir yerde bu sektörün çalışanları için bir nevi müşteri olmayı da birlikte getirmiştir. Bu kaçınılmaz elbette. Ancak bir kez müşteri konumuna geldiğinizde potansiyel sağmal olmanız ve kar hırslarının potansiyel hedefi haline gelmeniz de kaçınılmaz oluyor. Bu da ticaretin doğası. İlaç araştırma, üretimi, arzı son derece karlı bir alan olduğundan yatırımların da aynı oranda bu alana yönelmesi şaşırtıcı bir durum değil. Daha iyi sonuç almak demek daha çok satmak demek ama aynı zamanda daha büyük maliyet demek. Bu maliyetlerin kar optimizasyonu denkleminde mümkün olduğunca küçük tutulabilmesi yatırımların da sürmesi anlamına geliyor. Hasta olan bu ilacı almak zorundaysa bu ilaç da yapılmak zorundadır. Yani reklama dahi ihtiyaç duymayan bir konudan sözediyoruz. Kılçıksız balık. İlaç araştırmalarının yapıldığı laboratuarlarda hastalık araştırmalarının da yapıldığı, ağır bir hastalığın kesin bir tedavisinin bulunması halinde potansiyel müşterinin müşteri niteliğini yitirebileceği gerçeği bu sağlık sektörü ve hasta ilişkisindeki paradokslar olarak önümüze çıkıyor. Bu da sağlık alanına yatırım yapan dev sermayenin bu endüstriyel yapıdan kolayca vazgeçip geçmeyeceğine dair zihinlerde oluşan kötü! niyetli kuşkuları muhalif izanlara bırakıp devam edelim.

Sıcaklarda yiyecekler bozulur. Soğuk ortam da daha uzun süre dayanır. Bazı gazların soğutma yeteneklerinin keşfi ile hava sızdırmayan ortamlarda soğuk bir ortam yaratabilme olanakları buzdolabını yarattı. Bu buluş aynen endüstri kolu olarak üretime yöneldi ve herkesin bir buzdolabı oluverdi. Peki sonra? Üretim yani arz sürmekte ama talep azaldı. O halde gelsin Ar-Ge. Ağır sac gövdeler yerine yeni bulunan poliüretan malzemelerle tüm eski dolaplar yenilendi. O da bitti. Ne olacak? Dışına musluk takıldı ki açmadan soğuk su alabilsin insanlar. Üzerine saat takıldı, renkleri değiştirildi, boy boy çeşitleri yapıldı. Kapı sayısı artırıldı. Üzerine TV bile takıldı. Alt tarafı buzdolabı ama öyle demeyin. Yenilik gerekiyor ki üretim aynı hızda sürebilsin. Al dondurucuyu aşağıya ki belin ağrımasın sebze alırken.

Kısacası endüstriyel yapılar işin bokunu çıkarmakta pek mahirdirler yeter ki Pazar sağlam dursun, ücretler artmasın (maliyeti artırır) ama kredi kartları artsın çoğalsın… Tüketim hiç durmasın.

Sıradan bi eğlence
Ortaya yuvarlanabilen bir cismi atıp tekmeleye tekmeleye sabit bir yöne sürüklemeye çalışırken karşısına geçerek o cisimi kapıp ters yöne götürmeye çalışmak prensibine dayanan mücadele biçimi oldukça eğlenceli bir durum ortaya çıkarmış olmalı ki pek tutmuştur insanlar arasında. Herkesin katılmak istediği ve hatta sormadan katılıverdiği bu eğlencenin zamanla kaotik bir hale gelmesi ise uzlaşmayla bir takım kurallara bağlanması gereğini ortaya çıkarmıştır. En azından rekabetin eşit koşullarda gerçekleşebilmesi ve böylelikle alınan hazzın büyümesi için güçlerin eşitlenmesi sağlanmış ancak bu önlemlere rağmen yine de bazen bir tarafın sayısal eşitliğe rağmen fiziksel üstünlükle topu (evet o yuvarlanan cismin adı bu) kapıp hedefi belirsiz bir yöne doğru ne kadar daha gidebileceği pratik bir sorun olarak ortaya çıkınca sorun her iki ekibe de gittikleri yönde sabit bir hedef (kale diyoruz şimdilerde) koymak suretiyle çözülmüştür. Topu kapan ekip sadece ayaklarını kullanarak ve işbirliği yaparak sürükledikleri topu belirlenen hedefe kadar taşımayı becerdiklerinde kazanıyor. Kural bu. Karşı tarafa kendini kurtarma hakkı verilmesiyle bu hedefe varmalara sayısal olarak bir sınır getirilmiş, daha sonra ise sayısal sınır zaman sınırına dönüştürülüp üzerinde koşturulan alana da aynı sınırlama yönteminin uygulanmasıyla ortaya eni konu kuralları olan bir gelişkin aktivite çıkıvermiş. Oynaması kadar seyir zevki de büyük olan bu yeni aktivite değişik rekabet alanları yaratmakta gecikmemiş haliyle.

İnsanoğlu doğası gereği rekabeti sever ve bu doğrultuda rakip yaratmaya da pek meyillidir. Evde kardeşiyle rekabete giren ya da anne babası arasında kendi çıkarları doğrultusunda taraf tutarak emzirdiği rekabet güdüsünü dışarıda mahallesine taşıyarak büyütmeyi sürdürür. Top oynayan iki takımda bir yakını varsa o takımı tutar. Yoksa, kendi mahallesi başka bir mahalleyle oynadığı için kendi mahallesini destekler. Mahalleler köylere, kasabalara kadar genişleyip ortak bir takım kurduğunda rakip artık diğer köy ya da kasabalar olmuştur. Rekabetin sınırları bu şekilde kentlere ve ülkelere kadar genişler gider. Bu sözünü ettiğimiz yerel, toprağa bağlı rekabet. Daha farklı rekabet platformları hızla birbirini izlemiştir. Örneğin aynı mezhep mensuplarının oluşturduğu bir takım farklı mezhebin takımına karşı sağlam bir rekabet nedeni bulmuş demektir. Mahallenin-kentin ya da bölgenin- zengin çocukları bir takım kurmuşlarsa karşıtı yoksulların da hemen bir takım oluşturup rekabete dalmaları kaçınılmazdır artık. İnsanoğlu kendi farklılıklarını gruplayarak kategorize olurken bu eğilimini mutlaka futbol alanlarına da taşımayı olmazsa olmaz bir koşul olarak kabullenmiştir artık. İşte bu farklılıkların yarattığı rekabetler doğası gereği sürekli ateşlenerek yüzyıllara varan büyük mücadele geleneğini yani derby leri yaratmakta gecikmemiştir elbet.

“…İskoçlar'ın derbidaşları Celtic ve Rangers'ın hikayesini hepimiz biliriz.Katolik mezhebinin mensupları Celtic,protestanlığın izleyicileriyse Rangers oluşumlarının içerisinde bir kimlik vücuda getirmişlerdir.Birbirlerinin inancından oyuncu dahi oynatmamışlardır yakın maziye dek.Aralarındaki böylesi bir kutuplaşma,toplum içerisindeki ayrılığın bir yansımasıdır muhakkak. Yaratmıştır...

İspanya'da ise "Real" ön adlı,genellikle kraliyet yanlısı,kendini elit kabul eden kesimden sempatizan bulan takımlar vardır;ama bunların mutlaka bir anti-tezleri sayılabilecek rakipleri de bulunur.Real Madrid-Atletico Madrid,Real Betis-Sevilla gibi... Bunun yanında, oluşturulmaya çalışılan İspanyol toplumunun içinde kendini ifade etme derdinde olan "Etnik milliyetçiler"in bayraklaşmış takımları vardır İspanya'da.Katalan Barcelona,Bask Athletic Bilbao örneklerindeki gibi.

İtalya'nın Roma şehrine derbi heyecanı yaşatan takımlardan Lazio faşist,AS Roma ise sosyalist taraftar gurupları ile tanınırlar.Yine İtalya'da Livorno sosyalist,Udinese faşist destekli takımlar olarak bilinirler.Ayrıca Alman St. Pauli'de sol görüşlü taraftarları ile ünlüdür. Eski demirperde ülkelerine bakalım şimdi de...Buralarda Dinamo'lar polis teşkilatının;CSKA,Steau ise ordunun takımlarıdır.Eski Yugoslavya'nın Dinamo Zagrep-Kızılyıldız rekabeti Hırvat-Sırp savaşının haberciliğini yapmıştır.Yine Partizan, JNA (Yugoslav Milli Ordusu) bünyesinde kurulmuştur.Komünist işçiler,adı da Sırpçada "İşçi" anlamına gelen Radnicki takımını kurmuşlardır.

Çek Sparta Prag'da işçilerin kurduğu bir takımdır.
Macar MTK,başlangıçta Yahudi ve liberallarin ağırlıkta olduğu bir takımdı.II.Dünya Savaşı'nda bu takımın bir çok yandaşı toplama kamplarına götürülmüştür.Macar Vasas ise çelik işçilerinin takımıdır.

Aynı tarz oluşumlar Balkanlar'da Bulgaristan ve Arnavutluk diyarlarında da mevcuttur.Levski ve CSKA Sofya;Dinamo ve Partizan Tiran vs.
Ha bu arada demiryolu işçilerinin Lokomotiv'lerini de unutmayalım.
Futbolun beşiği İngiltere'ye bakacak olursak Everton,Aston Villa rahiplerin; Arsenal,Manchester United sanayicilerin;Liverpool liman,Blackpool kömür işçilerinin kuruluşuna ön ayak olduğu takımlardır”. (Tırnak içindeki bilgiler Kenan Özcan’a ait topraksaharuhu.blogspot.com’ dan alınmıştır)

Bu rekabetin vardığı noktayı inceleyelim.
Burada rekabetin dinamikleri sahada oynanan oyunun dışında, tamamen tribünlerde yeralmaktadır. Çünkü dış destek olmasa sahada sadece belirli kurallar çerçevesinde bir top tepme ve hedefe varma mücadelesi olacak ve bitecekti. Oysa şimdi sahadaki mücadelenin kazanılıp kaybedilmesi farklı dinamiklerin farklı duygularını beslemekte ya da zedelemektedir. Bu nedenle kazanmak oyunun verdiği hazzın ve becerme duygusunun çok daha üzerinde bir anlam taşımaktadır artık. Sahadaki oyunun kazanılması artık o takımın oynadığı oyunu kazanması değil o takımın varoluş sebebinin temsil ettiği değer ve inançların karşıt değer ve inançlara karşı bir üstünlük sağlanması anlamını taşımakta ve doğallıkla da bu inanç ve değerleri taşıyan geniş kitlenin kazanmayı mutlak surette kutsaması sonucunu doğurmaktadır. Bu durum artık kazanmak için yapılması gerekenlerin takımı oluşturan fanilerin fiziksel yeterliliklerine bırakılamayacak kadar ciddi bir iş haline gelmiştir. O halde ne yapılmalıdır?

Profesyonelleşme
Boş zamanlarında bu oyunu oynayıp zamanının çoğunu kendi yaşam mücadelesine harcayan oyuncuların dikkat ve güçlerinin sadece bu oyun üzerinde yoğunlaşmasını sağlamak ilk yöntem olarak tesbit ediliyor. Artık bu oyuncular bütün bir hafta boyunca rakiplerine üstünlük sağlamak amacıyla kendi gücünü ve alışkanlıklarını pekiştiren çalışmalar yapmalı ve edindiği bu ekstra gücü de haftasonunda oynayacağı maçta üst düzey performans gösterebilmek adına kullanmalıdır. Bu nedenle geçim sorunlarını kafasından atması gerekmektedir ki bunu ardındaki camia karşılayacaktır artık. Futbolcunun profesyonelleşmesi anlamına gelen bu durum onun bir de işyerine sahip olması zorunluluğunu getirmiştir. Neresidir bu işyeri? Elbette oynadığı takım. Artık o hevesli gençlerin eğlence amacıyla biraraya gelerek top tepiştirdikleri bir takım olmaktan çıkmış karşıtlarını devirmek için sürekli çalışan, çareler üreten profesyonellerin işyeri (kulüpler)haline gelmiştir. Kulüplerarası rekabet alanlarının farklı iç dinamiklere sahip çok farklı kaynaklardan beslenmesi hepsinin ortak bir kurallar bütünü içerisinde sınıflandırılması gereğini de dayatmıştır. Bu kurallar dinsel, siyasal, sınıfsal ya da bölgeselliği çok aşan ve en geniş katmanların tamamını kucaklayan bir otoritenin denetiminde olmalıdır, yani merkezi bir yönetimin. Dernekleşme yoluyla merkezi yönetimin denetimine alınan kulüpler federasyonlaşma yoluyla da kendine özgü dünyasını yaratmıştır artık.

Toplumsal dinamiklerin giderek büyüyen canlılığı artık çıkış yolları gitgide tükenmekte olan endüstriyel sermayenin ilgi alanı dışında kalması düşünülemezdi herhalde. Takımını ekonomik gücüyle beslemeye karar vermiş ve uygulamaya koymuş geniş kitlelerin asıl güç olduğu gerçeği ve bu ekonominin yönlendirilebilmesinin kolaylığı müthiş bir cazibe merkezi haline gelmesine yolaçmıştır haliyle. Peki bu iş nasıl olacaktır? Futbolun endüstriyelleşmesiyle sermaye-taraftar arasında oluşacak büyük Pazar potansiyelinin önündeki en büyük engel nedir? Önce bu tesbit edilmeli ve ortadan kaldırılmalıdır ki tüm kanallar açılsın ve futbol ekonomisi sermayenin güdümünde yaşamaya başlasın.
Spor kulüpleri hukuksal anlamda dernek statüsünde olup ticaret yasalarıyla değil asayişle ilgili yasalarla yönetilirler. Bu durum derneklerin ticaret yapması yönünde engel olduğu gibi sahip oldukları üzerinde de hak iddia etmesine de izin vermez. Yani bir kulübün renkleri, arması, adı, sahası, tesislerine verdiği isimler vb. tüm değerler ticari bir meta değil anonim nitelikli kamu malı statüsündedirler. O ismi, rengi, armayı ona kamu vermiştir, benimsemiş, benimsetmiş ve kabul edilir kılmıştır. Bu yüzden kullanım hakları kamunun elinde olup istediği gibi kullanmasını hiçbir yasa engelleyemez. Oysa bunların hepsi uygun bir yatırım politikasıyla meta olarak değerlendirildiği takdirde maliyet-kar analizinde büyük artılar sağlayabilecek madenlerdir ki kamunun elinde boşa akan su gibi çarçur edilip gitmektedir. O halde yapılacak ilk iş kulübü dernek statüsünden çıkarıp ticari sermaye şirketi haline getirmekten ibarettir. Yasalar izin vermiyorsa futbolun bu potansiyelinin önceden kestirilememiş olmasındandır. Değişen modern durumlara uygun modern yasalara gerek duyulmaktadır artık. Yasalar siyasetin işidir. Siyaset nedir peki? Siyaset ekonominin dümenindeki azınlığın pazarı oluşturan büyük çoğunluğa karşı korunmasını sağlayan mekanizmanın ta kendisidir. Mevcut yasaların revizyonu ve gerekirse yenilerinin yaratılıp uygulamaya konulmasıyla süreç başlatılır.Besleme parlak zekaların istihdam edildiği reklam sektörünün dahi beyinleri yarattıkları kampanyalar ve besleme otoritelerin, ekonomistlerin, bilirkişilerin vs.vs nin dezenfermasyon bombardımanı sonucu kitlelerin tepkileri başarı ve büyüklük hamasetiyle törpülenerek hızla kulüplerin şirketleşmesi operasyonuna başlanır. Artık yukarıda andığımız tüm değerler bu yeni şirketin öz sermayesi haline gelmiştir. Sadece o şirket tarafından kullanılabilir, satılır, değiştirilir hale gelmişlerdir. Artık çocuklar annesinin diktiği formasının üzerine kulübünün adını, armasını dikip giyemez; suç işlemiş olur. Lisans, patent adı altında yasal bir takım düzenlemeler kamunun kendine ait olanı satın almakta direnmesini korsanlık suçu olarak algılayıp cezalandırılmasını sağlamaktadır. Stadınızın çimini yapayım diyen tribünlerin birine adını vermeyi talep eder. Işıklandırayım diyen otoparkını ister. Yenisini yapayım daha çok gelebilin diyen hem işletmesini almak hem de stadın kamunun verdiği adını kendi adıyla değiştirmek ister. Formanı diken üzerine kendi adını koyar. Dikemeyen parasını verip armanın yanına kendi adını koyar. Artık kendi takımını seyretmek için büyük paralar ödemesi gerekmektedir taraftarın. İşin garibi de hiç şaşırmamıştır taraftar. Hatta benimsemiştir bile bu yeni durumu. Çünkü kendisine vaadedilen “Büyük olmak” tır. “Daha büyük olmak” tır. “En büyük olmak” tır.

Sonuç olarak, endüstriyelleşmiş futbolla geniş kitlelerin (taraftarın) arasındaki temel çelişki bu kitlelerin modernize edilmiş rahat, konforlu stadyumlarda takımlarını izlemeye, şık formalar, güçlü ve kaliteli oyuncularla iyi bir takım oluşturup kazanmaya, eğlenmeye, sevinmeye, şampiyonluklar kazanmaya itiraz etmelerinden değil uzun yıllar boyu kendini ait hissettiği değil, kendine ait olan değerler bütününün metalaştırılarak kendine satılmasına, bu ticarileşmenin doğal sonucu olan yozlaştırılmasına itirazıdır. Taraftar kendi rekabetini kendi değer ve konumuna göre inşaa etmiş, beslemiş, büyütmüş ve ardına geçmiştir. Şimdi değerlerinin mal kendisinin de kendi malı kendisine zorla satılan müşteri konumuna itiraz etmektedir.

Peki bu şart mıdır?
Ne olur yani, bırakın futbol endüstriyelleşsin, metalaşsın. Alanı varsa satan da satmaya, kar etmeye devam etsin. Alan olmazsa zaten kendi kendini yok edecek olan basit bir oyun için bu kadar yaygara yapmaya, fedakarlıklara şuna buna gerek var mı? Biz neden işimize bakıp eğleneceğimize kulübümüze, renklerimize, armamıza, koyduğumuz isimlere, atfettiğimiz değerlere sahip çıkıp kendimizi üzüyoruz.

Çünkü biz arızalıyız. Çünkü sorun sadece basit bir top oyununun sonuçlarına bağlı olarak haz almak ya da üzülmekten çok öte anlamlar taşımakta. Birer insan olarak sosyal kimliğimizi üzerine inşa ettiğimiz bir takım argümanların korunmasının kimliğimizin de korunması anlamına geldiğine inanıyoruz. Tek tek kişiler olarak bu argümanları başka başka, daha öznel yollarla da ifade edebiliriz elbette ancak kimliğimizin sosyal niteliği bizleri daha ortak bir simge arayışına yöneltiyor; öyleki farklılıklarımızla olan rekabetimizi, hücrelerimizde yaşattığımız tüm değerlerin ortak paydası üzerinde sürekli canlı tutabilmenin, kendini ifade ederken uzun uzun cümleler kurmak zorunda kalmadan kısaca anlatabilmenin, onurumuzu, şerefimizi, haysiyetimizi, adalet ve merhamet duygularımızı keskin tutabilmek için onları elle tutulur bir biçimde somutlaştırabilmenin ve ilan etmenin en dürüst yolu, bizlerin de Beşiktaş’lı olmamızın da en temel sebebi budur.

Halkın Takımı Dergi 2.Sayı (Yumurtakafa YILMAZ)

31 Ağustos 2008 Pazar

Nasıl olmalı?..

Ne oldu da böyle oldu ?
Nerede hata yapıldı ?
Sorular ve sorular…
Kimimiz -ki bende dahil- ilk duyduğumuzda inanmak istemedik.
Birçoğumuz üzüldük.
Kimisi de sevindi.
İşte bu sevinenler kimdi ki bu olay onlar mutlu kıldı?
Bir tarafta üzgün çoğunluk, diğer tarafta mutlu olduğundan emin olmayan şaşkın azınlık.
Uzun süredir yazılarımda birlik ve beraberlik mesajları veriyorum ama nafile; hatalı kararlar ve kendiliğindenci tutumlar, süre içinde semtteki arkadaşlar arasında yorgunluk hissiyatını ön plana çıkardı ve…

Nedir bu kendiliğindenci tutum ?
Bu konuyu aydınlatmak için çArşı’yı çArşı yapan kapışmaların yerine barış sürecinden sonraki süreci değerlendirmek daha doğru olur.
Barış süreci sonrası semtteki arkadaşlara sunulan “kahraman” bakış açısı sulandırılarak piyasa yapmaya çalışıldı. çArşı kurucuları aktif toplumsal sorunlara kimi zaman ciddi kimi zaman da esprili yaklaşımlar sergilemek ile meşgul iken, görevi devralacak bazı genç arkadaşlar farklılaşmaya başladı. çArşı’nın yapısı gereği paylaşımcılık ruhu gençliğin içinde “kolaycılık” olarak yerini aldı.
Hayatında alınteri dökerek para kazanmayanlar çArşı liderliklerine soyundu; üstelik “sol” kimlik taşıdığını iddia ederek.
2002-2003 sezonunda tepkisel olarak gelişen bu kolaycı anlayışı tasfiye ederek, derneğin bu tür şeylere alet edilmemesi için kapanmasına karar verdik.
Alen’ in ifade ettiği gibi “aslolan BEŞİKTAŞ’tır, çArşı asla şerefli kulübümüzün önüne geçemez. Nitekim BEŞİKTAŞ olmasa çArşı asla olamazdı.” düşüncesinin ne kadar doğru olduğunu hep birlikte kamuoyu ile paylaştık.
Bizde biliyoruz, herkesin kendine göre bir BEŞİKTAŞ sevgisi vardır. Milliyetçi, asi, inançlı, ateist veya sosyalist… Sıralanır gider. Oysa çArşı, herkese her şeye göre biçimlenemez; kendi gerçeklikleri vardır. Asi bir ruhu ve insanlara sunulması gereken, taşıdığı sosyal sorumlulukları vardır.
Biz değil miydik kutsal değerlerimize hakaret ettiği için Danimarka’yı uyaran.
Biz değil miydik Filistin’li kardeşlerimizin çektiği ızdırabı paylaşan.
Biz değil miydik insanlarımızın kanser illetiyle hayatını kaybetmesine yol açan çirkinliklere tepki koyan.
Biz değil miydik 17 Ağustos felaketinden sonra unutulan gerçeklere karşı hala önlem almayanları protesto eden.
Biz değil miydik savaşa karşı barışı savunan.
Ve yine biz değil miydik; bedeller verilerek kazanılan emek kazanımlarının kaybedilmesine karşı 1 Mayıs’da dimdik duran.
İşte bazılarının hala anlayamadıkları şeyler var. Bir bütünü tuttuğunuzda kalan parçanın bütünle uyumlu olması gerekir; aksi halde kırılmalara yol açar. çArşı her zaman bütün ile birlikte hareket etmiştir. O bütün, şanlı BEŞİKTAŞ kulübü ve taraftarıdır.
Bedeller verilerek HALKIN TAKIMI BEŞİKTAŞ ünvanını hak etmiş bir camianın basit tercihler ile yıkılması da mümkün değildir.
Kim Mostra Kemal ağabeyimizden daha milliyetçi olabilir ?
Ya da benden
Veya diğerlerinden…
Kuru bir söylemle olmuyor; altını doldurmak gerekir. Sadece BEŞİKTAŞ’ımızı değil tüm TÜRKİYE’yi, hatta belki de dünyayı doğru tercihlerle kucaklama zorunluluğu vardır.

Gelelim rant dedikodusuna ;
50 yaşına merdiven dayamış Mostra Kemal ağabeyimiz, çocuklarının nafakası için bir çoğunun beğenmediği işi yaparak ,“üstelik asgari ücretle” helal ekmek peşinde ter döküyor.
Yine 45 yaşındaki Cüneyt (Çolak), fiziksel olarak müsait olmadığı halde aynı çabayı göstererek ekmek parasını kovalıyor.
Bu ne menem, bu ne çirkin yaklaşımdır.
Bu arkadaşların yaptığı işi genç arkadaşlarımıza önerdiğimizde güldüler ve “bu paraya çalışılmaz boşta gezsem daha iyi” mantığını ortaya attılar.
Anlaşılacağı üzere bu tür dedikoduları çıkaranların neyin peşinde oldukları apaçık ortadayken, gençlerimizin bir kısmının buna inanarak, kolaycı yolu seçerek hisse beklentisi içerisine girmesi bizi çok üzdü.
Kafalarında kolay yoldan para kazanma ve isim yapma arzusu taşıyanlar bu işleri gerçekten iyi karıştırıyorlar ve genç arkadaşlarımızın bazıları da çArşı’nın oluşumuyla ters orantılı saygı teamüllerine aykırı hareket ederek kendilerini zayıf düşürüyorlar.
Bu da karşılıklı güven sorununu ortaya çıkarmaktadır.
Örnek mi ?
3-5 genç çapulcu, kuyrukta karambol yaratarak insanları çarpmaya çalışıyor. Bende kızdım tabii olarak. İçlerinden biri çArşı ismini kullanınca refleks halinde tokadı patlattım. Yanımda oğlum var. Kapalının karşı tarafından 3-5 kişi daha geldi; yani hazırlıklılar. Erhan, Engin (Nenem ağız) ve diğer genç arkadaşlar ile iyi bir fasıl çektik. Daha sonra şapkayı önümüze koyup düşündük. Aşağı yukarı her maçta bu tür çirkin hareketler sergileniyor; düşünsenize, adam çok sevdiği takımı çocuğuna da sevdirmek için formasını bayrağını almış gelmiş. Tantanacılar adamı çarpıyor ve o da aç karnına geri dönüş için tanımadığı insanlardan yol parası talep etmek zorunda kalıyor.
Bu sorunu halletmek için bir komite oluşturalım ve her an statta olabilecek olumsuzluklara müdahale edelim dedik fakat bazı arkadaşlar buna sıcak bakmadılar. “Polisin görevini üstlenmemiz doğru olmaz” dediler. Aynı arkadaşlar daha sonra başka kanallar aracılığıyla polisin, imamın, savcının, hakimin hatta yüce yaratıcının görevini dahi üstlenmeye kalkıştılar.

Hiçbir müdahale olmadan kendiliğinden gelişen bu ortamlar herkes için rahatsız edicidir. Eğer bir aile reisi kendisinden büyüğüne saygı göstermiyorsa çocuğundan ne bekleyebilir ki?

İsim yapmaya çalışan genç arkadaşların içindeki o “Asi ve Asil” ruhu anlıyorum. Onlara tavsiyem, pratik hatalar ile itici davranışlardan kaçınmaları ve çok boyutlu olarak BEŞİKTAŞ taraftarını kucaklamalarıdır.

Eksikliklerimizi biliyoruz. Tabii ki genç arkadaşlarımız ile iletişim kurarak bu eksiklikleri gidermeye çalışacağız ancak bu işleri birilerine devretmek gibi bir tercih olgusu oluşursa da bizler sade ve sadece semtteki genç arkadaşlarımıza bu işleri devredebiliriz. “Taşıma suyla değirmen dönmez”

O ışık gençlerimizde…

Bir ağacı izleyeceksin.
Şöyle sırtını yerde tutarak
Ve gölgesinde yatarak.
Bir ağacı seveceksin.
Yaprakların ışıkla dansını,
Işığın gözüne yansımasını
Kuşların dallarda zıplamasını
Seveceksin.
İnsanları izleyeceksin
Şöyle dalgın dalgın bakarak
Ve yerden usulca kalkarak
İnsanları seveceksin.
İnönü’ de kuyrukta beklemeyi
Hatta soğukta titremeyi
Bağırarak sesini yitirmeyi
Seveceksin….

Halkın Takımı Dergi 2. Sayı (Murat YILDIRIM)

Ya-ya-ya...Şa-şa-şa...

Bir zamanlar tribünleri dolduran taraftarlar takımlarını “Ya ya ya,şa şa şa …….., …… çok yaşa” diye bağırarak desteklerlerdi. O zamanların taraftarı için en önemli mesele, takımının çok yaşamasıydı, yani hep var olmasıydı. O zamanlar tribünlerde yer alan insanlar için takımlarının sadece varlığı, kendilerinin var olması için yeter de artardı. Ortaklaşmak ve keyifle buluşmak için aranan müşterek işte bu kadardı. Bu talepteki vurgu, özdeşlemenin, birlikte var olmanın en ihtirassız ifadesiydi de… Bu alçakgönüllü dilek ve beklenti takım/taraftar ilişkisinin sürüp gidebilmesi için yeterliydi.

Endüstriyel futbolun bileşenleri ve birleştirenleri öncesi, taraftarın futbol oyunundaki en temiz hali yani… Dikkat edilecek olursa burada taraftarın kendisi için istediği hiçbir şey yok. Tezahüratın içinde ne “ben” sözcüğü var ve ne de “benim”… Bugünlerin, her sözcüğü arsızca üstünlük arzusu ve hırs kokan tezahüratlarıyla kıyaslandığında ne kadar mütevazı bir talep değil mi… Hiçbir ihtiras, zorlama, yönlendirme yok. Hiçbir baskı, taciz, öfke yok. Gönüllerin birleştiği tek bir ortak talep var : “çok yaşamak”… Yani yeter ki yaşa, nasıl olursa olsun sen çok yaşa bu bana yeter. Birlikte yaşar gideriz ve ben bununla yetinirim. Ne kocaman transferler, ne ulaşılmaz zaferler ne de bu diyarların en büyüğü olmak…

Buradaki hassasiyetin, karşılıklı bir var oluş meselesinden ibaret olduğu dikkat çekiyor. Öne çıkan gerçek, o günlerin taraftarının, aynen yukarıdaki tezahüratta ifadesini bulduğu gibi sadece taraftar olmasıdır… Destek mesajları hep ikinci tekil şahsı vurgulamakta. Kendisine dair hiç bir talebi yok, kendisi bu sürecin en etkili unsurlarından biri belki ama asla büyük paylaşım organizasyonunun henüz bir unsuru değil. Taraftar, henüz bu paydadaki en büyük ‘pay’ın kendisi olduğuna dair bir inanışa ikna edilmemiş. Bu haliyle ne güç ve iktidar sahibi ne güç ve iktidar sahibi olanlarla ilişkisi var. Ne kendini böyle bir yere koymakta ve ne de böyle bir talebi var. Yarattığı etkinin, kendisine sunacağı güç ve iktidara ilişkin sonuçlarıyla ilgilenmiyor. Zaten ne bir güç olma talebi var, ne de bir güç olursa bunun sağlayacağı iktidarı sevmek ve sahiplenmek özlemi ya da hayali ya da hesabı… Sıkı taraftar olmanın hiç beklemediği ve hatta talep etmediği bir yerde ve zamanda ona bir güç/iktidar sunabileceğini hiç düşünmemiş. Endüstriyel futbol senaryosunun kendisine de bir rol biçeceğini ve masada bir yer vereceğini hiç hesaba katmamış. Bu sandalyeye oturmanın var oluş şeklinde yaratacağı deformasyonun sonuçlarına ilişkin hiçbir fikri hazırlığı yok. Bu sandalyeye oturmanın kendisinden neleri alıp götüreceğini bilmiyor. Kendisini sistemin içine alacak ve dolayısıyla en etkili görünürken aslında esamesinin okunmadığı bir yere çekecek tuzağın farkında bile değil. Neticede bu safiyane duruş, sürecin aslında onun kontrolü dışında gelişmekte olduğunu da gözden kaçırmasına sebebiyet verdi. Bu vahşi gerçekle karşılaştığında itiraz edecek zamanı bile bulamadı. Şaşırdı. Kendini bu düzende yeniden konumlandırmaya çalıştı. Beceremedi.

Sevdiği ve olageldiği yer ile endüstrinin onun için uygun gördüğü daha doğrusu ona dayattığı yer arasında içine sindiremeyeceği bir fark vardı ve daha da önemlisi birbiriyle çok çelişmekteydi. Devasa bir dengeler oyununun en önemli aktörlerinden biri haline gelivermişti. Kendisinin bile inanamadığı bir gücün ve iktidarın sahibi oluvermişti. Önceleri yerini yadırgadı. Uygun bir pozisyon almaya çabaladı. Giderek, farkında bile olmadan kendisine biçilen rolün gereklerini yerine getirmeye başladı , hatta o rolü benimsedi. Artık tezahüratlarında öne çıkan vurgu kendisi ve beklentileri hakkındaydı. Taraftarı olduğu takım bile o’nun için vardı. Artık çok yaşayacak olan kendisi idi… Bu endüstrideki en önemli unsurun kendisi olduğunu fark etmiş olmanın güveni ile tribünlerdeki yerini alıyor ve “benim hakkım” dediği ne varsa yüksek sesle istiyordu. Sahip olduğu gücü bu şekilde kullanıyor olmasının son tahlilde endüstriyel futbolun şahlanmasına hizmet ettiğini göremiyordu. Kafalar karışmıştı. “Biz” bile denilmezken, yani kocaman toplamın içinde ayrıca “biz” ile ifade edilecek kimselerin dahi olmadığı bir yerde, “biz” sözcüğünün arkasına saklanan “ben” vurgularıyla tanıştı. Tamam, senaryonun “esas oğlan”ı olmuştu ama senaryoyu başkaları yazmaktaydı… Biz denilen yerde ister istemez onlar da ortaya çıktı. Bu kargaşada kim hangi değirmene ne için su taşımaktaydı, her şey karıştı. Ortaya baş edilemez bir kaos çıktı. Şimdilerde, filmin aynen geriye sarılması beklenmekte… Kendisine sunulmuş görünen güç ve iktidarın aslında bağımlı olmasını sağlayabilmek adına kullanılan bir araç olduğu fark edilecek öncelikle. Güç ve iktidar sahibi olmak elinin tersiyle itilecek. Böylelikle masadan da kalkılmış olunacak. Sonra kendini abartmaktan vaz geçilecek. “Ben” ve “benim” unsurunu öne çıkartan bütün tezahüratlar portföyden çıkartılacak. Tekrar en başa dönülecek ve takımı ile beraber çok yaşamayı isteyen ve sadece bu birlikteliğin var olmasıyla yetinip bununla mutlu olmayı bilen hakiki taraftarlar olarak oyunun içindeki hakiki yerine sahip çıkılacak…

Çarşı yine, yeniden...

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Halkın Takımı Dergi 1. Sayı (Akif KURTULUŞ)

15 Temmuz 2008 Salı

Mezar teslimi taraftarlık...

Benim kuşağımın futbola taraf olması ve tabii ki hemen peşi sıra “taraftar” olması, 60’lı yılların ortalarına rastlar. O yıllarda Ankara’nın en önemli futbol merkezi, Ulus – Dışkapı istikametinden Esenboğa’ya giderken İrfan Baştuğ Caddesi üzerindeki top sahasıydı. Meşhur Atlantik Pastanesini sağınıza alarak yüz metre ilerdeki jandarma karakolunun tam karşısında, şimdi Ticaret Lisesi’nin konuşlandığı arsa, direkli fileli, beyaz kireç çizgili, yaz turnuvalarının yapıldığı bir Wembley’di. O atmosferi başka bir açıdan yakalamak isterseniz, reklam gibi olacak ama olsun, lütfen İletişim Yayınlarından çıkan Dünya Kupası’ndaki yazımı okuyun.

Yıldırım Beyazıt Lisesi’nin Ankara futbolunun alt yapısını tek başına domine etmesinin arkasında, sözünü ettiğim bu sahanın Lise ile aynı hinterlantta olması yatar. Yıldırım Beyazıt Lisesi’nin ayrıca kendi sahasının olması, bu tespitimi tekzip etmez, bunu da hatırlatayım, dedim.

70’li yıllarda bu bayrağı Anıttepe’deki sahaların ve “domino” etkisiyle Anıttepe Lisesi’nin devralması, bizim takip eden yıllardaki solculuk terminolojisini kullanırsam, benzer “diyalektik” ilişkinin ürünüdür.

İşte, bu yazıyı yazarken “kanaatten” elli yaşında bir adam olarak, kırk beş yıldır hayatıma kurmuş bu “meşin yuvarlak”a ayağımı, “nizami” anlamıyla, yani üstümde forma, altımda şort ve tozlukla (daha suspansuvar kadar “mal mülk” sahibi değildik) ve dinyakos ayakkabıyla ilk kez ‘Aydınlık’ sahasında vurdum. Eşofmanlı bir hakemle (bunlar genellikle sahadaki iki takımın dışında, üçüncü bir takımın, futbolu erken bırakmış hocasıdır) seremoniye çıkartıp, en büyüğü on yaşında bebelere “Türk futbolu şerefine” üç kere “sağ ol” çektiren herkese selam olsun. Madem selam faslına girdik, o “yokluk yoksulluk” günlerinde bizi, Anafartalar Çarşısındaki Dalkılıç spor mağazasından “tefriş” eden ağır ağbilerimize büyük selam olsun.

Ben aslında şunu söyleyecektim, araya bir sürü laf soktum. Biz, futbolu sevmeyi, taraftarlığı seçmekten önce öğrenmiş en son kuşaktık. Bizden sonra, taraftarlığı seçmek her sezon biraz daha futbolu sevmeye yaklaştı, geçti ve her sezon arayı açıyor. Şimdiki çocuklar, futbolu sevmeden taraftar oluyor. Futbolun oyun olduğunu anlamadan, oyunun ruhunu yaşamadan, play station marifetiyle edinilmiş bu futbol sevgisi bu. Dikkat edilirse, top oynamaktan söz etmiyorum. Bizim kuşaktaki futbol sevgisi, futbol oynamasa bile, futbolun içinde olmak anlamına gelirdi. Şimdi “dandik” tabir edilen mahalle maçlarına, ruhsuz belediye takımlarının maçlarından daha fazla seyirci geldiği yıllardan bahsediyorum. O bakımdan bu kuşak, akşamın tatlı güneşiyle balkona mütevazı bir çilingir yapıp kurulduğunda, bir yudum rakısını almadan aşağıda sokak arasında çift kale yapan çocuklara taktik vermeden kendini alamaz. Arabayı köşeye park edip apartmana girerken önüne yuvarlanan topu ayağında üç beş sektirip göğsünde yumuşatmadan eve çıkmaz. En önemli milli reflekslerimizden biridir bu. Bir örnek de siz ekleyin.

Aydınlık Subayevleri’nden bir çocukluk arkadaşım, Zezet, okuyup adam olduktan sonra DDY Genel Müdürlüğü’nde çalıştığı yirmi yıl boyunca, hastalık filan saymazsak, hiçbir gün, işine zamanında gidememiştir.

Bilenler bilir dış sahada idmanlar, sabah sekiz dedin mi başlar ve Zezet, idmanı seyre dalıp işe gitmeyi unuturdu. Yıllar sonra kademe ilerlemesinin durdurulması cezasının kaldırılması için açtığımız davada, şahsi dosyasını incelediğimde bu ayrıntıları öğrenmiştim.

Şimdiki “taraf” olma üzerine konuşuyordum. Artık çocukları “futbola alma yaşı” artık göbek bağının kesilmesine kadar indi. Artık gerçekten Beşiktaşlı, Fenerbahçeli veya Galatasaraylı olunmuyor, doğuluyor. Bebeler de “ürün pazarı”nın öznesi. Kundakmış zıbınmış, biberonmuş, ne ararsanız kulüp marketlerinde var. Kocaman kadınlar ve erkekler, bebelerine ısmarlama futbol sevgisi veriyorlar. Marketlerden üç beş kuruşa alınan futbol sevgisi…

Bizim nesli, futbolu bu tür sevme biçiminin kesmesi mümkün değil tabii ki. Bırakın kesmesini, iyiden iyiye mutsuz eden bir yanı var bu tarzın.

Bizim taraftarlık hikayemizin daha düzgün olduğunu iddia edecek değilim. Sadece saflığı üzerine ileri geri konuşabilirim. İlkokula halamın yanında başladığımda, benden iki sınıf yukarda, mahallenin top cambazı Levent’le aynı yatak odasını, aynı sabah kahvaltısını, aynı okul yolunu paylaşıyordum. Bizim sokaktan yukarılara en çabuk tırmanan ilk futbolcu sıfatını alan Levent, Şekerspor, Erzincanspor, ve Kırıkkalespor duraklarından sonra, birinci lige çıktığı ilk yıl Malatyaspor’a transfer olup, aralıksız, düşene kadar on yıl bu kulüpte top oynadı. Ben bu satırları yazarken, bir aksilik olmazsa, 2. Lig’e çıkacak olan Konya Şekerspor’un teknik direktörü. Beşiktaş’la aynı ligde oynayana kadar Beşiktaşlı kaldı. Bir profesyonel topçunun, çocukluğunun takımını terk etmesinin bana hep “hüzün” veren hikayesini de bir gün yazmak isterim. Aynı yola girme imkanı hiçbir zaman bulamayacak her futbolsever gibi, onun, çocukluğunun takımını bir kenara bırakmasını, hâlâ anlamam mümkün değil. Peki, hala – dayı çocuğu olmanın ötesinde bir kankalık ifade eden bu ilişkide, neden ona benzemek, onun gibi yapmak istemedim? Benden bir zaman önce bir takımı tutan hala oğlum ile aynı takımın renklerine bulanmadım?

Bir gün, Mehmet Akif İlkokulu’ndan çıkışta, karakolun oradaki dükkandan biri sarı öbürü lacivert iki kalemtıraş alıp eve geldiğim gün, Fenerbahçeliliğimi ilan etmiş oldum. 1965 yılının soğuk, sert, karlı bir kış günüydü. Kalede Özcan, Şükrü’lü, Nedim’li, Nunwailler’li, Ziyalı, son senesini oynayan Can Bartu’lu takıma gönlümü vermiş oldum. Özeti, kırk üç yıldır Fenerbahçeliyim.

Neden Beşiktaşlı olmadım, demiştim. Bilmeden yaptığım şeye yıllar sonra şöyle bir anlam verdiğimi fark ettim. Onunla birlikte güç kazanmak değil, ona karşı bir rekabet üretmek istemişim. Ya da yıllar sonra böyle bir anlam yakıştırmak, daha çok hoşuma gidiyor. Ama seçimime atfettiğim bu anlam, şimdi dönüp bakıyorum da, yıllar boyu beni takip etmiş. Her ne kadar, “en çok şampiyon olmuş” bir takımın taraftarı olsam da, buradan bir güç kazanmak, beni mutlu etmemiş. Artık, tuttuğum takım dolayımıyla mutluluk veya tersinden mutsuzluk yaşamıyorum. Her taraftar gibi beni de (sonuncusu 27 Nisan akşamı) kahreden ve sevindiren anlar yaşadım. Yine de bir ligi bu kadar “eşitsizce” sürükleyen üç takımdan birinin taraftarı olmak yerine, “arıza” bir takıma gönül vermeyi daha anlamlı bulduğum ruh haline kapılmıyor değilim. İki üç kadeh rakıyla o da geçip gidiyor.

Rekabet üretmek, dedim, demesine de; yıllardır aynı arkadaşlarımla rekabet etmek, aynı arkadaşlarımın rekabetine maruz kalmak da pek keyifli değil, galiba.

Galiba futbol kültürünün geldiği bu seviye(sizlik)de, farklı anlamlarına rağmen, biz de “tek tip”leşmeyle muzdaripiz. Taraftar olmaktan vazgeçmeyen, vazgeçmek de istemeyen, başka bir şey isteyen ama ne istediğini bir türlü tarif edemeyen, futbol üzerine yapılan büyük adamların büyük konuşmalarından sıtkı sıyrılan, yine de “Bakalım bu hafta ne yumurtlamışlar” diye gözü TV porgramına kaçan adamlar… Her yerde olduğu gibi burada da bunalımlı. Allah’tan bunalımımızı sağa sola bulaştırmıyoruz.

Yazının sonuna birkaç adım mesafem kalmışken, bu yazıya beni çağıran bir iki noktayı da paylaşmak istiyorum.

Futbol kültürümüzde bunca “güç” vaaz eden, hep “en” bir şey olmak üzerinden seçimimizi tarif eden retoriğe rağmen, beni aynı güce sahip iki “düşman”ımdan birine sempatiye çağıran bir şeyden söz etmek istiyorum.

Beşiktaşlı olmama ramak kalmışken Fenerbahçeli olmamla daha mutlu veya daha mutsuzluk yaşamış değilim. Bunu söyledim. Beşiktaşlı olsaydım da farklı olmayacaktı. Fakat, bir “Beşiktaş sitesi dergisi”ne bu yazıyı yazıyor olmak hasebiyle “inanmadan” veya “barış tesisi” amaçlı laflar gibi anlaşılmayacaksa, şu da bilinsin. Futbolu bizim gibi (“bizim gibi” derken, Fenerbahçelilikle sınırlı bir “bizim gibi” değil) sevenlerin arasında Beşiktaşlılığı, tabii ki bir dost ve ahbap çevrem içinden edinilmiş izlenimlere dayanarak söylüyorum, bize (yani Fenerbahçelilere) ve Galatasaraylılara göre, daha mizahi, daha eğlenceli buluyorum. Nedenleri, birbirimizin biraz dışında. Dışında çünkü, öyle ya da böyle futbolu başka türlü sevenler eni konu aynı adamlar ve az sayıda kadınlarız. Diğer ikisine göre “daha az” sportif başarıyı yakalamış olmasının yarattığı bir mağduriyet, Beşiktaşlılığı daha yaratıcı, daha şamatacı ve “taşakçı” yapmış olamaz mı? Yoksulluk veya yoksunluk, başlı başına erdemli kılmaz kimseyi. Bana popülizm yaptırmayın. Yoksulluk veya yoksunluk, daha mazlum yapmaz, belki. Örneklerini her tribünde görüyoruz. Ama daha gamsız, gırgırcı, tatavacı yapabilir.

Hangisini isterseniz diye sorarsanız, vereceğim bazı cevaplar için çok geç. Ama tereddütsüz, önce “daha eğlenceli” olmayı isterim. Ya da isterdim.

“İsterdim” sözümde bir ukde bulacaklara, itiraz da etmek istemem. Çünkü, Çarşı’nın güzel çocuklarından sevgili kardeşim Hayati, “Ağbi senin gibi bir adam bize çok yakışır” demişti yıllar önce. “Beşiktaşlı olacağım, de, formayı Taksim Alanı’nda giyeceğin gün en az bin adam getiririm” oraya.

Bin! Fena bir sayı değil.

Ama Hayati, bizim kuşak, taraftarlığı mezar teslimi almış bir kere. Yoksa “ben” demeyeyim ama senin gibi adamlar, her takıma güzel gider. Açar, her takımı.

Emanet

8 Temmuz 2008 Salı

Birileri çıkıp da;
bu adam, alman asıllı onu istemiyoruz.

diğerleri;
bunlar, nükleer santrale karşı aman haa.

öbürleri de;
sosyal mesaj istemiyoruz kardeşim.

içerden;
bizi eleştirmeyin.

dışardan;
klüp bunları besliyor.

gibi yaklaşımlar ile kardeşlerimizin emanetimizi taşıma güveni verememesidir yaşanılan.

ne yapacaktık?...

kaç kez söyledim;
emanet emin insana teslim edilir arkadaşlar...
birilerinin bizim adımıza hareket ederek kirli işler çevirmesine göz yumamazdık.

fesih değil, birilerine "çArşı" ismini kullanma hakkını vermemedir.

tercih doğru.

Yumurtakafa Yılmaz...

Fasulyeler ve patatesler...

Taraftarın kendisini takımına adamasına dair ettiği bazı laflar münevveran taifesi arasında hep alayla karşılanır. Bu adanmışlık kimlik bunalımına bağlanır, eğitim yetersizliğine bağlanır; o da yetmez iş karakterlerin yetersizliği boyutuna kadar taşınır hayasızca. Öyle ya insana dair tüm ideolojilerden münevveran sınıfı sorumlu olmuştur. Tekel onlardır ya, ağızlarını büzecek ne ipleri vardır bunların ne de çüş diyeni. Oysa bilmek, anlamak bu denli zor mudur ki insan olmak sadece tabiatın evrilmesinden sıçrayan basit bir tesadüften ibarettir. Halbuki taraf olmak bir öz tercihtir. Enjekte edilmez, melezlenmez, genetik müdahaleye asla izin vermez. Burada analiz edilmesi gereken şey taraf olanın söylemi değil bizzat naturasıdır. İşte bu naturayı da biz analiz edelim de kendi aydınlığından gözleri kamaşanlara bir nebzecik gölge olsun.

Taraftarlık bir özellik, bir tanrı vergisi değildir bizzat tercihtir dedik. Burada irdelenmesi gereken, bu tercihin bastığı hatta köklendiği zeminin kendisi olmalıdır. Tercihleri yönlendiren nelerdir? Nerelerden beslenip büyür ve nerelere değin uzanabilir?

Bir taraftarın, içinde yer aldığı devasa kitlenin hamasi söylemlerinden etkilenip, adanmışlık üzerine son derece keskinleşebilmesi kuvvetle muhtemeldir ancak bu işin mihenk taşı başarı/başarısızlık ekseninde ortaya çıkan gerçek tavırdır. İşte lisanslı taraftar takkelerinin düşüp de muhtelif yoğunluktaki kellerin ortalığı aydınlattığı zamanlar bu zamanlardır. Kazananın ardında oluşan kortejin ters istikametinde yol alan bizimkiler, ardına baktıklarında ne görmektedirler? Başarı nedir? Şart mıdır? Taraftarlığın beslendiği ortam mutlak başarı mıdır yoksa başkaca dinamikleri de mevcut mudur gönüllerde?

Fasulyeler güzel bitkilerdir. Sırık fasulyesi hele daha bir güzeldir. Kökleri toprakta çok derine inmez ama o kadarcığı bile onun gökyüzüne uzanıp gitmesine yeter de artar bile. Gövde kalınlaşır, küçücük kök emebildiği kadar emer topraktan ve gönderir gövdeye, yapraklara ve tomur tomur fasulye meyvasına. Birkaç metre kareye dikilen fasulye bitkisi kısa sürede ortamda yemyeşil bir cümbüş yaratmasını bilir hep. Toprağa bağı zayıftır dedik ya ışığa da bir o kadar düşkündür. Oysa; hemen yanıbaşında, aynı büyüklükte bir alana dikilen patates bitkisi o kadar gösterişli bir tavır sergileyemez. Bitkinin toprak altında kalan yumruları nişasta bakımından zengin olduğundan önemli bir besin maddesidir. Bitkinin toprak üstü kısımlarında zehirli alkoloitler bulunmasına karşılık yumruları zehirli değildir. Susuzluğu giderir. Barsak solucanlarının düşürülmesine yardımcı olur. Sert bir şey yutulduğu zaman yabancı maddenin vücuda zarar vermeden çıkartılmasını sağlar. Basur memesi, yanık ve çıbanların ağrılarını geçirir.

Bu iki bitki arasındaki temel fark ilkinin toprağa son derece zayıf köklerle bağlı olmasına karşın sürekli ışığa saldırması, ışıktan mahrum kaldığı zaman da çabucak ölmesidir. Oysa diğeri ışığa çok az ihtiyaç duyar. Işık onun için belirleyici olmamıştır hiçbir zaman. Beslendiği ana kaynağın toprağın ta kendisi olması bir yana kendi en değerli varlığını da bu beslendiği toprağa emanet etmiştir. Öyle kulağından tutup sökemezsiniz.

Beyazımız bizim aydınlıktır, temizliktir ve bir deyişimize göre de hayattır. Siyahımız ise aynı deyişe göre ölüm olarak tarif edilse de bana göre topraktır siyah. Orada gözlerden uzak tüm değerli varlıklarımızı saklar, korur ve büyütürüz. Başarıya özdeş gibi görünen beyazlığa küçük bir kısmımızı salarız ama o da zehirlidir. Sakındığımız değerlerimizi ise gerektiğinde susuzluğumuzu gidermek, yutulan sert şeyleri zarar vermeden çıkarıp atmak, barsak solucanlarını dökmek ve basur memelerini, çıbanları yok etmek için kullanabiliriz. Bu şansımızı her zaman kara toprağımız muhafaza eder.
İşte sözün boğazını sıkacağım yer; Taraftarlık tercihtir. Tercihler değişebilir. Ama Beşiktaş taraftarı olmakla Beşiktaşlı olmak arasındaki fark fasulyeyle patates arasındaki fark kadardır.

Tercih bizim...

Sezon bitti… En azından bizim için bitti.
Şu anda yapılabilecek iki şey var bizim için. İlki “Cehalet mutluluktur” özdeyişine uygun davranıp önümüzde ki sene kimlerin alınıp kimlerin satılacağını, hocanın ne olacağını, yönetim gitsin mi, giderse kim gelsin, sponsor kim olacak, kim olmalı gibi soruların cevaplarını aramak.

Bir ikincisi de olan bitenin farkına varmaya çalışmak; kafa yormak, çözüm var mı yok mu onu aramak ve bulduğumuz cevaplar karşısında ümitsiz ya da mutsuz olup bakakalmak…

Ben ikinci yolu seçiyorum.

Aylar önce kendimce tahlilini yapmaya çalıştığım iki büyük bırakma operasyonunun gelişen süreç içerisinde bir komplo teorisi olmaktan çıkıp bizzat bir komplo olduğuna inananlar artık yavaş yavaş artmakta. Geçen gün Adnan Dinçer’de BJK TV de endişelerini açıkça dillendirmeye başlamış bile. Şimdi bu komplonun sınırlarını şöyle bir keskinleştirmeye çalışalım.

ENDÜSTRİYELLEŞEN FUTBOLUN PAZARLAMA SORUNLARI
Endüstrileşme sürecinde giderek biriken futbol sermayesinin yatırım alanları ihtiyacı da aynı paralelde büyüdü. Konuya bizim de dahil olduğumuz Avrupa futbolu tarafından bakarsak şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza. Endüstrinin Avrupa’da ki taşıyıcı ayakları olan İngiltere, Almanya, İspanya ve İtalya’ya sonradan Fransa’ da eklenmiş ancak bu ihtiyaç duyulan Pazar sorunlarını çözmeye yetmiyor. Refah düzeyi yüksek olan küçük Avrupa ülkeleri ki bunlar Baltık ülkeleri, Macaristan, Avusturya, İsviçre ve Hollanda’ya ek olarak Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya gibi nüfusları az olan ülkeler koskoca bir piyasa da küçük tezgahlarını açmayı başarmışlar. Endüstriye Pazar olarak katkısı az ama götürdükleri fazla olan bu tür ülkeler birikmiş büyük futbol sermayesine yeterli açılımı sağlayamadığı gibi geniş bakir alanların (örneğin Türkiye) sisteme dahil olmasını da engelliyorlar. Yani zararları büyük. Güney Amerika’da nüfusları devasa ancak ekonomileri (halkının refah düzeyi açısından) zayıf olan ülkeler kolaylıkla işletilebilir hale gelmişler ancak tutucu Avrupa’da küçük ama zengin ülkelerin pazarda hacimlerinden daha büyük paylar almaları bir türlü engellenememiş ve bu tıkanıklık büyüyen endüstriyel futbol sermayesinin önünde en büyük sorun olarak durmakta. Bu nedenle kapalı futbol ekonomilerinin açılıp sisteme dahil edilmesi ve rantabilitesi az olanların tasfiye edilerek onların yerini alması operasyonu için düğmeye basılmış.

Büyük nüfusu ve futbola olan müthiş ilginin bir cazibe merkezi haline getirdiği Türkiye ilk hedeftir artık. Ancak burada aşılması gereken büyük bir sorun var. Potansiyel futbol müşterisi neredeyse üçe bölünmüş durumda. Mümkün olan en az sermaye yatırımıyla mümkün olan en büyük karın elde edilebilmesi ilkesine ters olan bu durumun çözülmesi gerekiyor. Yani Türkiye futbolunun soyağacında ağacın kökünde yer alan resimdeki üçlüden birinin kesilip alınması şart. Neden şart? Çünkü yukarıda saydığımız temel ayakların dahi taşımakta zorluk çektiği böyle çok büyüklü bir futbol ekonomisi asla verimli olmaz da o yüzden şart.

OPERASYONUN İLK ADIMLARI
Öncelikle bu büyük müşteri potansiyelinin bir başarı zincirine eklenmesi ve istenen doğrultuda sürüklenmesi gerekiyordu. Bunun için en uygun seçim olarak Avrupa kültürüne daha yakın olduğu ve entegrasyonun daha kolay sağlanabileceği öngörüsüyle Galatasaray seçildi. Onu zengin ama küçük futbol ülkelerinin arasından sıyırıp ön sıraya oturtmak pek de zor olmadı. 2000 yılında gelen UEFA kupası ve üzerine az süper kupayla şöyle bir arkasından itildi Türkiye pazarı ancak marş basmadı. İdareciliklerini pazarlama stratejileri yerine züppelik üzerine kurmuş olan Galatasaray yöneticileri bu destekle fazla yol almayı beceremeyince başka yollar arandı. Geçici olarak kaderine terk edilen bu büyüğümüzün hali şimdilik bildiğimiz gibi.

İKİNCİ DENEME
Bu kez taktik değiştirilip Milli takım ele alındı. Yılların sponsorluğunda sürünen milli takıma, Fransa-Brezilya dünya kupası finalinin mağlubu (Adidas’a karşı) Nike desteği sağlanarak hem bu sermaye grubuna bir rövanş fırsatı hem de hareket edebilmesi için Türkiye futboluna ikinci bir şans verildi. 2002 yılı Dünya kupası üçüncülüğü de böyle geldi. Ancak hantallığın iyice ruhlarına işlediği, ticaret yeteneği olmayan basiretsizlerin yönetim fiyaskoları bu ikinci itmeyle de bu büyük kitlenin hareket etmesini bir türlü sağlayamadı.

ÜÇÜNCÜ DENEME
Bu başarısız denemelerin sonucunda, arkadan itmeyle bu büyük kitleyi yerinden kımıldatamayacaklarını iyice anlamış oldu global futbol sermayesi. Türk futbolunun kendi iç dinamikleriyle yol almayı beceremeyeceği gerçeğinden hareketle yerinde bilimsel tarıma karar verdiler. Daha uzun ve zahmetli olabilir ama daha garantili bir yoldu bu yol. Denenmişlerin temel sorunlarının hantal yönetim zihniyetinden kaynaklandığı doğru tesbitiyle madende başka bir damar açılmasına karar verildi. Bilin bakalım kimi seçtiler?

BENİM AKILLI OĞLUM
Önlerinde kala kala sadece iki seçenek kalmıştı. Büyük taraftar desteğine sahip iki büyük kulüp. Bunlardan biri en eski kulüp olma özelliğini taşıyordu taşımasına da bir sorun vardı. Bu kulübün arkasında ki milyonlar müşteri olmayı reddetme gibi genetik bir bozukluk taşımaktaydı. Kendilerini halkın takımı olmak, garibanların son barikati görmek gibi hastalıkları bünyesinde barındırıyorlardı. Her ne kadar bu kulübü yönetmeye çalışanlar kendi global sermayelerine eklemlenmeye çalışan işbirlikçi uslu çocuklar olsa da, her ne kadar yeni yetme taraftar kitlesi başarı için sunulan kritelere çok çabuk uyum sağlamaya meyilli ve de hevesli de olsalar genetik işte! Güven olmaz ki… Yarın öbür gün, tam da hasat zamanı birileri çıkıp yokuş aşağı “gündoğdu ulan!” diye bağıra çağıra hepten uyandıklarını suratlarına beyanla yeni yetmeleri de gaza getirip ardlarına takarsa? Binbir emekle düzenledikleri güzelim plantasyonları çekirge istilasına uğramıştan beter olursa?

Diğer yanda tahtaya kalkmak için sürekli parmak kaldıran ve yalvarır gözlerle “Başarı için her şeyimi alabilirsin” diye bas bas bağıran sevimli gürbüz bir oğlancık bükmüş boynunu bekliyordu. Zaten yanında ki sıra arkadaşı şimdi üst sınıfta olması gerekirken çakmış olsa da daha önce bu sınavdan aldığı dokuzu bunun gözüne sokup sokup onu kızdırmakta, alay etmekteydi. On alıp iftihara geçmek ve arkadaşının alaylarından kurtulmak için ne istenirse yapmaya hazır bu tosuncuk tam aranılan şartlara haiz bir tosuncuktu.

Uzatmayalım işte bu tosuncuk alınan yeni cicileriyle ve “sen dışarıda ki sınavlarına çalış ev işlerini biz hallederiz” in verdiği rahatlıkla şimdilik iftihar olmasa bile bir teşekkür belgesini getirmeyi başardı. Bu arada arka sırada oturan haylaz velet ne yapıp edilip başka sınıfa alınmalı ki bu iki öğrenci kendi rekabetlerini sürdürürken rahatsız edilmesin.

Alınacak. Zamanında taşradan gelip ezber bozan Lazoğlu nasıl başka okula gönderildiyse bu haylaz velet de artık aynı okula gönderilecek.

KENDİMİZE GELELİM ARTIK
Kendimce kurguladığım (mı acaba?) bu öyküden sonra gelelim kendi gerçeklerimize. Artık herkesin kendi Beşiktaş’ı mı var? Elbette ki yok. Bir tane Beşiktaş var. Şimdilik bizim olan ve öyle de kalması için kafa ve çene yorduğumuz Beşiktaş. Ama taraftar için aynısını söyleyebilir miyiz diye sorulursa ona üzülerek evet cevabını vereceğim. Bir kısım yeni yetme Beşiktaş taraftarı arasında şöyle bir tartışmaya şahit oldum. Efendim bu Cola Turka bizim ana sponsorumuz olmasına karşın “Tarafındayız Fener” ya da “Tarafındayız G.saray” gibilerinden reklamlar yapmış tv lerde. Hemen çıkalımmış bunların sponsorluğundan ve Beko’ya dönelimmiş. Diğer taraftan itirazlar şu şekilde geliyor. Beko’nun sahibi artık fenerliymiş. Oysa Vodafone çok güzel yakışırmış bizim formaya. Ama hayır. Niye? Çünkü Vodafone sadece renginde kırmızı olan takımlara reklam veriyormuş. O zaman Bwin gelsinmiş. Yav ne Bwini… Efes Pilsen reklamı en iyisiymiş. Sahibi de Beşiktaşlı hazır. Bir diğeri de “Arkadaşlar paniğe gerek yok aynı reklamı bize de yapmış Cola Turka” diye içimizi rahatlatıyor.

Yok Unicef olsunmuş para mara istemezmiş diyenler mi ararsın, Çarşı olsun para kırarmış kulüp diyenler mi… Uzayıp gidiyor içimde ki acıyla birlikte.
Yav kimin formasını kime pazarlıyorsunuz diye soracak oldum duyan gören tek bir kulak, tek bir göz olmadı. Olan şu. Umbronun forması kötü, yıkanınca kol lastikleri gevşiyor. En iyisi bilmem ne marka…

Arkadaşlar… Beşiktaş bir tane ama artık başka bir Beşiktaş taraftarı oluştu ve hızla büyümekte. Ben yönetime falan kızmıyorum. Yönetim bu büyüklerin seyreltilme operasyonuna karşı kendi felsefesi ve meşrebince mücadele verdiğini sanıyor ama beceremiyor. Neden beceremiyor biliyor musunuz? Hala biz varız da ondan. Yani üzerimize çöreklenmek isteyen global sermayeyi ürküten genetik bozuklukları taşıyan bizler. Bu nedenle bizi külliyen tasfiye etmek ıslah etmekten daha uygun onlar için. Gariban yönetim uğraşsın dursun. Bunlar gitsin ötekiler gelsin sonuç değişmez. Ürken sermayeyi kimse sakinleştiremez tarih böyle yazar.

Belli güç odakları belli ittifaklarla bir şeyleri bir yerlere taşıyabilirler; bu mümkün. Ancak bunu becerebilmek de ayrı bir maharet, ayrı bir strateji bilgi ve yeteneği gerektirir. Süleyman Seba’nın zamanında denetleyebildiği bazı silahlar kullanmayı bilmeyenlerin elinde patlar. Kendi ayağını vurursun. O becerdi. Uzmandı ve becerdi ama sen beceremezsin. Çünkü hem düşmanın büyüdü hem de senin elindekiler sadece yedek şarjör asıl silahlar gitti artık. Bu nedenle bu yönetim ya da o yönetim; hiçbirşey değişmez, değişmeyecek de.

Bu durumda bizlerin nerede duracağımıza iyi karar vermemiz ve o meşhur duruşumuzu artık efsane olmaktan çıkarıp gerçekliğini kanıtlamamız lazım.

SON SÖZ: NE YAPMALI?
Burada önümüzde iki yol var. Birincisi; akıntıya bırakıp kendimizi oluruna varmak. Devam etsin aykırılarımız bağırmaya çağırmaya… Hızla değişip uyum sağlayanlar da değişmeye devam etsinler. Bırakalım işler oluruna varsın. Biz kırkayağın ayaklarına bakalım ve diğerleriyle nasıl uygun adım atmadığımızla avunalım. Ama kırkayak kendi istediği yöne doğru hızla ilerlesin. İzleyelim bakalım sahiden de iki büyük ve biz mi olacağız yoksa komplo teorisyeni gamlı baykuşlar tarihin derinliklerinde paranoyalarıyla gömülüp gidecekler mi.

Diğer bir yol ise;
Futbol zaten endüstriyelleşmiş bir olgudur. Bunu kabul ediyoruz. Bizim itirazımız halkın takımıyız diyerek ortaya çıkıp da ahlakımızı yitirmemiz tehlikesidir. Bırakalım onlar istedikleri kulvarda büyük kalsınlar. Eğer aynı oyunu bu masada onlarla oynayacaksak oynayalım ama başarı kriterlerini biz belirleyelim. Onların kurallarıyla kaybederiz bu doğal. Kendi kurallarımızla ise ancak aykırı kalmayı becerebiliriz ki karşı tarafta ki galibiyet duygusunu körelten bir etkendir bu. Onunla aynı olmadığını hissettirmek, farklılığını ortaya net ve kesin koymak sermaye piyasasında ses getirmeyecektir belki ama bir de halk var… Halklar var. Dünya halkları kendi doğal ahlakını koruyan bir Beşiktaşı endüstriyel bir marka olmaya çalışıp da ezilen bir Beşiktaş’a tercih edecektir.

Kendi ahlakımızı koruyarak endüstriyel futbol tarihine kıçı kırık bir sıra markası olarak kaydedilmek yerine halkların tarihine onun ahlak ve felsefesini endüstriyel ahlaka dayatmış en son barikat olarak yazılmak… Tercih bizim.

Reddediyoruz...

FB-Kayseri maçından sonra emin olduğum birşey vardı. Ertesi gün biz ve GS, deplasmanda oynayacağımız her iki maçı da kazanacağız. Bu zorunlu hale gelmişti çünkü FB-Kayseri maçının hakemi kendisine verilen talimatı uygularken tıpkı züccaciye dükkanına girmiş bir fil gibiydi. Perde arkasındakilerin önündeki perdeyi aralamayı bırakın neredeyse kilotlarını bile kıçlarından söküp alacak kadar hoyrat davranınca bu pisliği örtebilmek için tek bir çare kalmıştı; aynı hatalar diğer iki maçta da yapılacak ve seslerinin kesilmesi sağlanacak.

GS'nin fili ilkinden daha öküz çıktı. Rafları indirmekle kalmadı dükkanı da yıkıverdi. Ancak bu oyunu bilmeden Beşiktaş bozdu ve takke düştü kel göründü. İlk onbeş dakikada işi bitiriverince ortalıkta kıyak yapılacak bir zemin kalmadı.

Üç takımın da kazanacağı bu haftada Beşiktaş'ın zaten şansının pek olmayacağı hesabına dayanarak tasarlanan bir tezgah da böylelikle tezgahlayanların kafalarına geçti. Pisliğe ortak edilmek istenilen Beşiktaş bu lağım çukrunun üzerinden atlayarak geçince endüstriyel kıçlarının iki kanadı da açıkta kalıverdi cıscıbıl:
FB ve GS

Şimdi hayırlı uğurlu olsun iki büyük projeniz. Bu iki büyüğün aslında genel helaların fiyat tabelalarında yazan anlamda "Büyük" oldukları belli oldu. Fiyatları da karşılarında yazıyor.

Lige gelinirse...

Bu ligin iki şampiyon adayı vardır artık. Beşiktaş ve Sivas. Lig bitiminde bu ikisinden üstte olan lig şampiyonudur.

Artık şerefli ikincilikler devri kapanmıştır. Bu tarihten itibaren "Şerefli üçüncülükler" devri başlamıştır.

Ve biz asla endüstriyel futbol kartelinin sıçtığı büyük olmayacağız.
REDDEDİYORUZ!

Beşiktaş taraftarı olmak...

Taraftar konusunu biraz deşelemek istiyorum arkadaşlar. Biliyorum, biraz netameli (tekinsiz) bir konu ancak son yıllarda, özellikle Beşiktaş taraftarı olarak belli kavramlar üzerinde yoğun bir belirsizlik içerisine girdiğimizi düşünüyorum. Birer taraftar olarak tek tek ve bir merkezin etrafında birikmiş bir kitlenin parçası olarak gerek yüzümüzü döndüğümüz merkezle ve gerekse içinde yer aldığımız kitlenin bütünüyle olan ilişkilerimizin, algılarımızın, görev ve haklarımızın yeniden tanımlanması gerekiyor. Öyle ki artık ne olduğumuzu, ne olmamız gerektiğini bilmemiz, anlamamız ve ona göre davranmamız sanki şart oldu.

Önce bilinen klasik tanım ve söylemleri hızla atlayalım. Taraftar şudur,budur; Beşiktaşlılık şöyledir, biz buyuz, onlar budur kalabalığından sıyrılalım ve öyle bir bakalım.

Beşiktaş’ın şöyle böyle kabaca 10 ile 15 milyon civarında bir taraftar kitlesine sahip olduğunu biliyoruz. Diğerlerinden öne çıkan birtakım nitelikleri onu diğerlerine göre biraz daha farklı kılıyor ve bununla da övünüyoruz. Nedir bunlar?

Bir kere söylemleri, sloganları ve söylediği tribün şarkılarıyla-marşlarıyla (Lütfen beste demeyelim şunların hepsine) en yaratıcı taraftar kitlesi olduğu yönünde neredeyse ulusal bir mutabakat (fikir birliği) mevcut. Tribünlerinde en fazla sesi çıkarmasıyla da ünlüdür Beşiktaş taraftarı. Ayrıca futbol dışı sosyal konulara da son derece duyarlı ve kısmen de olsa “Sol” bir söylem geliştirmiş, kendilerini “Halk” ve takımlarını da dolayısıyla “Halkın Takımı” olarak nitelendirmişlerdir. Kitlelerin yoğun olarak odaklandığı her ortama sızmak ve kendisine kitle tabanı yaratmak isteyen faşizmin bu yöndeki çabalarına da yüz vermemiş ve içerisinde barındırmamayı başarmıştır. Peki biz bunları nereden biliyoruz? 10-15 milyonluk bir kitle olarak periyodik taraftar toplantıları mı yapıyoruz? Tavrımızı belirleyen bu özellikleri kimler ve nerelerde belirliyor da bizler bunları kabullenip uygulamaya geçiyoruz? Bu işin pratiği nedir?

Bu işin pratiği 35 bin kişilik İnönü Stadyumudur. Dillere destan Beşiktaş taraftarını somut olarak görebilmenin, onları izleyebilmenin, ne dediklerini anlayabilmenin tek kaynağı İnönü Stadyumunda senede belki 20 kez toplanan 30-35 bin kişinin medyaya yansıyan ses ve görüntülerinden ibarettir. Biraz daha daraltırsak o 35 bin kişilik kitleyi yöneten İnönü Stadyumu kapalı tribünüdür. Daha da daraltırsak İnönü Stadyumu kapalı tribünlerinin ortasında yer alan ve adına “Kutu” denilen birkaç bin kişilik bir bölge ve orada toplanan o birkaç bin kişidir. O birkaç bin kişi de kendilerine “Çarşı” diyen Beşiktaş semtinin çocuklarından ibaret bir taraftar grubudur. Onlara göre Çarşı bir ruhtur. Beşiktaş’ın cesur kalbidir. Herkes Çarşı olamaz onlara göre ancak herkes Çarşıya saygı ve sempati besleyebilir, onların ardından ve onların yönlendirmeleriyle belirlenmiş slogan ve şarkılara eşlik edebilirler. Onların tesbit ettiği organizasyonları disiplin içerisinde uygulayarak görsel ve işitsel şovlar yaratabilirler. Geride kalan milyonlarca “Çarşı olmayan…Olamayan” Beşiktaş taraftarı da kendilerini taraftarlığın somut pratiği olan stadyumlarda layıkiyle temsil eden bu taraftar grubunun yönlendirdiği eylem ve söylemleri seyredip mutlu olurlar, gururlanırlar…
Milyonların kendilerini hayatın somut pratiğinde temsil edebilmesinin pratik yolu budur zaten ki olması gereken de budur; eğer ki taraftar olarak başkaca bir niyetiniz yok ise.

Milyonları temsil etme sorumluluğuyla donanmış (Ya da bu sorumluluk üstüne yıkılmış) bu tür öncü güçleri bekleyen bazı tehlikeler vardır. Sosyal tarihte bunun örnekleri sıkça görülür. Nedir bunlar?
Nisbeten hayatın zorlamasıyla doğan ve gelişen öncünün temel gücü çabuk karar verip hızlı hareket edebilmesi ise temel zaafı da örgütlenme ve iktidar sorunudur. Eğer ki temel zaafını halletmeden gücünü kullanmaya kalkışırsa o gücün yöneleceği hedeflerin neler olabileceği konusunda ki iradesini de kullanmakta oldukça zorlanır. Bu da ya iktidarı ilk yönelttiği hedeflere teslim etmeye ya da iç çatışmalara ve çözünmeye yol açabilir ki yok oluş sürecinin başlangıcı da budur. Bunun için ilk çare liderlik sorununun halledilmesidir. Pop yıldızı gibi oramıza buramıza astığımız Che Guevara örneğini o güzel posterinin ardına geçerek incelemeyi becerebilirsek ne demek istediğimi daha iyi anlayabiliriz. Sağlam (Bizim sağlam değil bu) bir fikir temelinde sağlam bir liderlik ile öncülerin kitleleri alıp nerelere taşıyabileceğinin örnekleri işte o posterin arkasındadır. Gidin ve bakın derim ben.

Felsefe düşünsel altyapıdır ki biz buna sahibiz. Bu çok değerli bir mücevherdir. Emin olun ki herkeste bulunmamaktadır. Yalnız, bu değerli mücevheri işlemesini becerip de gözler önünde sergileyemezsek, ardı boş, hamasi gevezelikler (çoğunlukla yapmaya başladığımız gibi) ve düşünsel sapmalar ve de gürültülü bir parçalanma süreciyle boyun eğmeye kadar varacaktır.

Bütün bu lafları niye ediyorum? Şu anda bizim yaşadıklarımız işte bunlardır. Madenimizdeki ham cevheri çıkarıp şöyle bir kolumuza sürterek parlattık. Bu parlaklık ilk başlarda herkesin gözünü aldı almasına da şimdi onu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız. O cevheri işleme ve sahip olma yönünde ortaya atılan fikir ve projeler saçma sapan, aptal şampiyonluk kuyruğu kavgalarıyla…
Konuyla hiçbir ilişkisi olmayan zavallı birkaç işçinin (futbolcularımızdan söz ediyorum) yeteneklerine küfürler sıralamakla… Yetmedi birbirimizle iktidar ve “az bağırdın-çok bağırdın” mücadeleleriyle…
Karşı olduğumuzu haykırmayı pek de sevdiğimiz endüstriyelleşmenin ne menem bir halt olduğunu dahi anlamak zahmetine katlanmadan formalarımızın markasından lisanslı ürünlerin fiyatlarına, stadyumun tuvaletlerinden (sanki onlar pis olarak inşa edilmişler gibi) girip sandviç büfelerine kadar bir vandalizm rüzgarı yaratmakla…
Kapalının üstünün ne kadar kapalı olduğu, desibeli artırmaya yetip yetmeyeceği ve beton yorgunluğu gibi bilimsel! argümanlarla sermayenin değirmenine su taşıma kuyrukları oluşturmakla sulandırılıp etkisizleştirilme tehlikesiyle karşı karşıyayız.

Hepimizin ortak sevdası olan Beşiktaş’ımızı seveceğiz derken, onu alıp kimselerin ulaşamayacağı mertebelere yerleştireceğiz derken, bizim sevdamız bütün halkın sevdası olacak derken bir de bakmışız ki endüstriyel futbol “Eros” pusunun okları bizzat kendimize dönmüş ve sıkıp durmakta.

Bir de bakmışız ki artık biz sadece kendimizi sever olmuşuz. Bu sevdamızı birbirimize ispat kavgasını yerlerde sürünen Beşiktaşlılık değerlerinin üzerinde acımasızca tepinerek sürdürmekteyiz. Bu kavga sonunda elimizde kalacak olan sadece ve sadece “Bizim Beşiktaş’ ımızın” ezilmiş cenazesi ve “Onların Beşiktaşının” gürbüz bebeği olacak.

Sözünü ettiğim tehlikeler bunlar.

Son söz:
Beşiktaşlılık bir ruhtur.
O ruhu yüceltmeye muktedir olan tek güç bu ruhu içlerinde saf ve katıksız olarak taşımayı becerenlerin örgütlenmiş gücüdür.
Bu ruh sarhoş naralarıyla kan dökerek, onu bunu yıkarak değil sahip olduğu değerlerin neferi gibi çalışmaya bir yerleri sıkanların ruhudur.
Yapılması gerekenler ortadadır.
Yapılması gerekmeyenler daha bir ortadadır.
Beşiktaş taraftarı olabilmemiz için önce ortada bir Beşiktaşın olması gerekiyor.
Sadece Beşiktaşın…

İki felsefe; İki örnek figür...

Hep dediğim bir şey vardır benim. Beşiktaşlılığı, Fenerbahçeliliği ve Galatasaraylılığı salt takım tutmak sevdasının ötesinde görürüm; bunların aynı zamanda toplumumuzda yaygın üç temel felsefeyi de ifade ettiğini, meseleye bu açıdan bakmanın toplumumuzu daha iyi analiz edebilmenin bir yöntemi olabileceğini savunurum. Tabii ki bunlar birer şablondur. Tek tek her figür bu şablonlarla birebir uyum sağlayamayabilir. Bunlar zaman zaman kafamızı karıştırsalar da duruma daha genel düzeyde bakıldığında gerçeği daha net görebiliriz. Örneğin Beşiktaşlı olduğunu söylediği halde Beşiktaşlılık şablonunun -ki biz buna genel olarak “duruş” diyoruz- az ya da çok dışına taşan ve bizleri utandıranlar olduğu gibi, neden Fenerbahçeli ya da Galatasaraylı olduklarını anlamakta zorlandığımız çok tanıdığımız, eşimiz-dostumuz vardır etrafımızda. İşte bu tür taşmalar yüzünden sınır çizgilerinin flulaştığı bu temel alanları kuşbakışı baktığımızda daha net görebiliriz. Bunun için simgelere, örnek kişiliklere bakmak gerekiyor.

Bir televizyon kanalında bir spor programı.
Galatasaray’ın Başkanı yeni seçilmiş ve Abdürrahim Albayrak’ın son anda nasıl ve neden devre dışı bırakıldığı konuşuluyor. Programın sunucusu, A.Albayrak’ın istenmeme nedeni olarak yönetim içerisinde ki “Beyaz Türkler” olarak nitelediği birkaç kişinin züppeliğini görüyor ve halkın A.Albayrak’ı çok sevdiğini ve de istediğini ama kendisinin halk tipi, dil bilmez, oturup kalkmaktan bihaber, kıro, maganda birisi olarak görülmesi nedeniyle Galatasaray yöneticiliğine layık görülmediğinden dem vuruyor. Albayrak’ın nitelikleri hakkında ki bu argümanlar tartışılabilir elbette ama mesele o değil. Asıl mesele “Gerçek” bir Galatasaray’lının bakış açısını tam olarak yansıtan Osman Tanburacı’nın şu tavrıdır:
“Ne halkı kardeşim!.. Banane halktan… Burası Galatasaray… Yönetici olabilmenin belli nitelikleri, ilkeleri vardır. Halk işine bakacak…”

Galatasaraylılık budur!..

İkinci örnek, tarih olarak biraz eski olsa da tavır son derece güncel.
Burada da kahramanımız! Gerçek Fenerbahçeli bir gazeteci-yazar olan Emre Aköz.
Bu zat-ı muhterem, geçmişte Fenerbahçe’nin Manchester United ile deplasmanda oynayacağı bir maç öncesi köşesinden Fenerbahçeli futbolculara verdiği müthiş! Tavsiye ile Fenerbahçelilik felsefesinin temel ipuçlarından birini de veriyor bizlere. Şöyle diyor maç öncesi köşesinde:
“ Efendim, bu adamların en tehlikeli yıldızı şu anda M.Rooney. Bu genç oyuncunun kendinden oldukça yaşlı kadınlara olan düşkünlüğü İngiliz basınında bolca yer aldı geçenlerde. Kendisinin yaşlı fahişelerle yaptığı alemler dillere düştü. Bu gibi durumlar için İngilizlerin bir sözü vardır. Bu tür kişilere “Mother F…..r” derler (Kendisi bu sözü yazısında açık seçik kullanmıştır). Çok ağır ve aşağılayıcı bir küfürdür emin olabilirsiniz. Şimdi Fenerbahçeli futbolculara tavsiyem; maç esnasında Rooney’e her yaklaştıklarında –Ama hakeme asla hissettirmeden- sürekli bu sözü söylerlerse kesinlikle sinirlenip oyundan düşecek ve büyük bir ihtimalle de kırmızı kart görecektir. Bu da benden bir katkı olsun Fenerbahçemize.”

Fenerbahçelilik de budur!..

Son olarak da R.Carlos’un İspanyol gazetecilere yaptığı şu açıklamanın yorumunu da sizlere bırakıyorum; ben yoruldum.

Fenerbahçe'nin Ronaldinho'yu almak istediğini belirten Carlos,:
''Büyük bir kulüp yaratmak isteyen bir başkanımız var. Çok fazla parası var. Başkan bize kötü dönem geçirdikleri zamanlar olduğunu da söyleyerek, şöyle demişti;
‘Bak şimdi Real Madrid'in bütçesi ne kadar, 300 milyon Euro. Manchester United aynı şekilde zengin, ama Fenerbahçe'de harcamak için 180 milyon Euromuz var. Her şeyi yaptığınız için burada olduğunuzu sanıyorsanız hepiniz yanılıyorsunuz. Eğer herkesi kovmam gerekiyorsa bunu yaparım ve şu anda dünyanın en iyilerini getiririm.’
Böyle bir başkanımız var işte."

Projemizi kim çalıyor?..

Israrla birkaç yazımda kullanmıştım; tekrar edeyim, yeri geldi. Adnan Menderes zamanında aynen şöylemişti:
Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz...

Yani anlamı şudur; Halkın yapacağı herşey tehlikelidir. İzin verilmemelidir ve gerekirse engel olunmalıdır. Ama şartlar illa ki de zorluyorsa yapılması gerekeni halka bırakmadan kendimiz yapmalıyız ki direksiyon elden gitmesin yoksa külliyen(toptan yani) göçer gideriz.

İşte halkın talepleri ile endüstriyel taleplerin çakıştığı nokta tam burası.
Bu işi bizim yani halkın yapmasına izin verilmez. Engel olunamayacak kadar güçlü bir talepse alır kendileri yaparlar ve bize yani halka bırakmazlar.

Burada Fenerbahçe'yi ya da Aziz Yıldırım yönetimini salt Beşiktaş'ımızın rakibi olarak görüp konuya bu şekilde yaklaşmak büyük yanlışlık olur. Burada projemizi çalan onlar değil onların öncülüğünde ki endüstriyel futbol sermayesidir.
Çaldıkları yer de Beşiktaş değil halkın ta kendisidir.

Bu yüzden bu projenin yönetime sunularak izin alınmasını beklemek konusunda ki karamsarlığımı belirtip yeni açılımlar beklediğimi söylemiştim.

Cem Dizdar'lar, Nilay Yılmaz'lar, ıvır zıvırlar bu işe sahip çıkmaz boşuna beklemeyin. Onların beslendiği damarların kan pompalandığı yere bakın anlarsınız neden sus pus olduklarını.

Kolaydır Beşiktaş üzerine hamaset yapmak, göz yaşartıcı cümleler kurmak. Bunun için para alıyorlar. Aldıkça da söyleyecekler.

Yiğit er meydanında belli olur demiş atalarımız. Erleri hep beraber görüyoruz ve görmeye de devam edeceğiz. Nüfus kağıdına yazdırmakla olunmuyor.

İş Beşiktaş'ın erlerine düşüyor artık. Hiçbir çıkar gözetmeden, salt sevdasının peşinden koşan yiğit Beşiktaş erlerine;
Halka düşüyor...

ve Halk izin almaz yapar...

Beşiktaş'lı seyirci değil taraftardır.

Seyirci ile taraftar arasındaki ayrım Bursa maçındaki Fenerbahçe 'seyircisi' ile her maçtaki Beşiktaş taraftarı arasındaki farktır. Biri stada 'sosyalleşmeye' diğeri sevdiği ile kavuşmaya ve ona göğsünün son hançeresin-deki sevgisini haykırmaya gelir. Beşiktaşlılar diğer bütün takımların bütün taraftar grupları için ya gıpta edilen, ya kıskanılan ya da taklit edilen bir fenomendir.

Şimdi Beşiktaşlılar yepyeni bir projeyle bir kez daha "öncü" konumlarını pekiştiriyorlar. Beşiktaş taraftar projesi 310 bin üyeyi geçti. Hedef 3 milyon üye kaydetmek. Futbol tarihinin en büyük sivil toplum hareketini hedefleyen Beşiktaşlılar aslında örnek bir örgütlenmeyi hayata geçiriyor. Bu harekete önderlik eden isimler arasında Adnan Bostancıoğlu, Feridun Düzağaç ve Zeki Demirkubuz gibi Beşiktaşlı aydınlar, Ayhan Güner, Cem Yakışkan gibi Çarşı'nın saygın isimleri ve projenin yürütücüsü Beşiktaşlılar var.

Proje kapsamında her Beşiktaşlı taraftar kendi başkanını seçebilecek, isterse aday olabilecek. Söz, karar ve yetkiyi paylaşacak. Bu hakka sahip olmak için 3 yıl boyunca aidat ödemesi yeterli olacak.

Beşiktaş Taraftar Projesi il ve ilçelerde temsilciler vasıtasıyla örgütleniyor. Her il ve ilçe için kime başvurulacağı ve nasıl üye olunacağı bjktaraftarprojesi.com adresinde ayrıntılı biçimde tanımlanıyor.

Bu projenin yürütücüleri sağlanacak aidatlarla Beşiktaşlılar için dergi, sempozyum, kitap, dayanışma ve hatta maddi büyüklük ölçüsünde daha iddialı projeler geliştirmeyi amaçlıyor. O giderek aşınan ama muarızlarının bile kabul ettiği Beşiktaşlı Duruşu'na ilişkin yeni bir anlayış, ahlak ve fair play anlayışını hakim kılınması hedefleniyor.

Kalıcı ve kurumsal bir taraftar bloğu örgütlenmesi ile "son barikat'ın tahkim edilmesi söz konusu. Hiçbir Beşiktaşlının kayıtsız kalamayacağı yepyeni bir süreç başlıyor. Peki kim mi onlar? İşte sitelerinden yanıtları: "Tribünde bir doktordur, işçidir, iş adamıdır, okuma yazma bilmeyen bir sokak çocuğudur, profesördür. Omuz omuza zıplayıp "Beşiktaş'ım benim biricik sevgilim" diye gözünde yaş, gırtlağını yırtan Solcusudur, Sağcısıdır, Ateistidir, Hacısıdır, Müslüman'ıdır, Ermeni'sidir, Yahudi'sidir, Hıristiyan'ıdır. Irak işgalinden önce Savaşa karşı duran yurtseverlerin yanındaki ruhtur. Mitinglerde "BEŞİKTAŞLIYIZ, SAVAŞA KARŞIYIZ" tezahüratlarında, Tribün'de "Savaşa HAYIR", "Amerikan Şahinlerine karşı Karakartallar" pankartlarıyla tepkisini koyandır. Bir F-16 burnuna yapılmış Kartal'dır. ÇARŞI'nın "A"sını Aykırılığın ve Asiliğin "A"sıyla yazan, güce tapmayan isyankârlıktır.

"Siyah Beyaz Ölüm Yaşam" diyen felsefedir. Delikanlılığı da hayat felsefesi olarak benimseyenlerdir. Sevinmek için sevmeyendir, inadına inançla bağlı olandır. Nazım Hikmet'in "ASLOLAN HAYATTIR"ına tribünlerin Hacı Babasıyla "HAYATTA BEŞİKTAŞ" diye ölümsüzleştirenlerdir. "ÇARŞI, MUSTAFA KEMAL HARİÇ HERKESE, HATTA KENDİNE DE KARŞI" diyen aykırılıktır. Tribüne boydan boya "Ölüm Ne Zaman ve Nereden Gelirse Gelsin; Mezarıma Siyah Beyaz Güller Atılacaksa, Mezar Taşıma BEŞİKTAŞ Yazılacaksa, Böyle Ölüm Hoş Geldi Sefa Geldi..." yazan ölümsüz sevgidir. ÇARŞI ruhu BEŞİKTAŞ'IN uslanmaz asi ruhudur... BEŞİKTAŞ'INI taparcasına seven çılgın aşığıdır."
25/02/08 (Rıdvan Akar-Birgün)

 
Hakan Kirezci - Templates para novo blogger