Beşiktaş taraftarı olmak...

8 Temmuz 2008 Salı

Taraftar konusunu biraz deşelemek istiyorum arkadaşlar. Biliyorum, biraz netameli (tekinsiz) bir konu ancak son yıllarda, özellikle Beşiktaş taraftarı olarak belli kavramlar üzerinde yoğun bir belirsizlik içerisine girdiğimizi düşünüyorum. Birer taraftar olarak tek tek ve bir merkezin etrafında birikmiş bir kitlenin parçası olarak gerek yüzümüzü döndüğümüz merkezle ve gerekse içinde yer aldığımız kitlenin bütünüyle olan ilişkilerimizin, algılarımızın, görev ve haklarımızın yeniden tanımlanması gerekiyor. Öyle ki artık ne olduğumuzu, ne olmamız gerektiğini bilmemiz, anlamamız ve ona göre davranmamız sanki şart oldu.

Önce bilinen klasik tanım ve söylemleri hızla atlayalım. Taraftar şudur,budur; Beşiktaşlılık şöyledir, biz buyuz, onlar budur kalabalığından sıyrılalım ve öyle bir bakalım.

Beşiktaş’ın şöyle böyle kabaca 10 ile 15 milyon civarında bir taraftar kitlesine sahip olduğunu biliyoruz. Diğerlerinden öne çıkan birtakım nitelikleri onu diğerlerine göre biraz daha farklı kılıyor ve bununla da övünüyoruz. Nedir bunlar?

Bir kere söylemleri, sloganları ve söylediği tribün şarkılarıyla-marşlarıyla (Lütfen beste demeyelim şunların hepsine) en yaratıcı taraftar kitlesi olduğu yönünde neredeyse ulusal bir mutabakat (fikir birliği) mevcut. Tribünlerinde en fazla sesi çıkarmasıyla da ünlüdür Beşiktaş taraftarı. Ayrıca futbol dışı sosyal konulara da son derece duyarlı ve kısmen de olsa “Sol” bir söylem geliştirmiş, kendilerini “Halk” ve takımlarını da dolayısıyla “Halkın Takımı” olarak nitelendirmişlerdir. Kitlelerin yoğun olarak odaklandığı her ortama sızmak ve kendisine kitle tabanı yaratmak isteyen faşizmin bu yöndeki çabalarına da yüz vermemiş ve içerisinde barındırmamayı başarmıştır. Peki biz bunları nereden biliyoruz? 10-15 milyonluk bir kitle olarak periyodik taraftar toplantıları mı yapıyoruz? Tavrımızı belirleyen bu özellikleri kimler ve nerelerde belirliyor da bizler bunları kabullenip uygulamaya geçiyoruz? Bu işin pratiği nedir?

Bu işin pratiği 35 bin kişilik İnönü Stadyumudur. Dillere destan Beşiktaş taraftarını somut olarak görebilmenin, onları izleyebilmenin, ne dediklerini anlayabilmenin tek kaynağı İnönü Stadyumunda senede belki 20 kez toplanan 30-35 bin kişinin medyaya yansıyan ses ve görüntülerinden ibarettir. Biraz daha daraltırsak o 35 bin kişilik kitleyi yöneten İnönü Stadyumu kapalı tribünüdür. Daha da daraltırsak İnönü Stadyumu kapalı tribünlerinin ortasında yer alan ve adına “Kutu” denilen birkaç bin kişilik bir bölge ve orada toplanan o birkaç bin kişidir. O birkaç bin kişi de kendilerine “Çarşı” diyen Beşiktaş semtinin çocuklarından ibaret bir taraftar grubudur. Onlara göre Çarşı bir ruhtur. Beşiktaş’ın cesur kalbidir. Herkes Çarşı olamaz onlara göre ancak herkes Çarşıya saygı ve sempati besleyebilir, onların ardından ve onların yönlendirmeleriyle belirlenmiş slogan ve şarkılara eşlik edebilirler. Onların tesbit ettiği organizasyonları disiplin içerisinde uygulayarak görsel ve işitsel şovlar yaratabilirler. Geride kalan milyonlarca “Çarşı olmayan…Olamayan” Beşiktaş taraftarı da kendilerini taraftarlığın somut pratiği olan stadyumlarda layıkiyle temsil eden bu taraftar grubunun yönlendirdiği eylem ve söylemleri seyredip mutlu olurlar, gururlanırlar…
Milyonların kendilerini hayatın somut pratiğinde temsil edebilmesinin pratik yolu budur zaten ki olması gereken de budur; eğer ki taraftar olarak başkaca bir niyetiniz yok ise.

Milyonları temsil etme sorumluluğuyla donanmış (Ya da bu sorumluluk üstüne yıkılmış) bu tür öncü güçleri bekleyen bazı tehlikeler vardır. Sosyal tarihte bunun örnekleri sıkça görülür. Nedir bunlar?
Nisbeten hayatın zorlamasıyla doğan ve gelişen öncünün temel gücü çabuk karar verip hızlı hareket edebilmesi ise temel zaafı da örgütlenme ve iktidar sorunudur. Eğer ki temel zaafını halletmeden gücünü kullanmaya kalkışırsa o gücün yöneleceği hedeflerin neler olabileceği konusunda ki iradesini de kullanmakta oldukça zorlanır. Bu da ya iktidarı ilk yönelttiği hedeflere teslim etmeye ya da iç çatışmalara ve çözünmeye yol açabilir ki yok oluş sürecinin başlangıcı da budur. Bunun için ilk çare liderlik sorununun halledilmesidir. Pop yıldızı gibi oramıza buramıza astığımız Che Guevara örneğini o güzel posterinin ardına geçerek incelemeyi becerebilirsek ne demek istediğimi daha iyi anlayabiliriz. Sağlam (Bizim sağlam değil bu) bir fikir temelinde sağlam bir liderlik ile öncülerin kitleleri alıp nerelere taşıyabileceğinin örnekleri işte o posterin arkasındadır. Gidin ve bakın derim ben.

Felsefe düşünsel altyapıdır ki biz buna sahibiz. Bu çok değerli bir mücevherdir. Emin olun ki herkeste bulunmamaktadır. Yalnız, bu değerli mücevheri işlemesini becerip de gözler önünde sergileyemezsek, ardı boş, hamasi gevezelikler (çoğunlukla yapmaya başladığımız gibi) ve düşünsel sapmalar ve de gürültülü bir parçalanma süreciyle boyun eğmeye kadar varacaktır.

Bütün bu lafları niye ediyorum? Şu anda bizim yaşadıklarımız işte bunlardır. Madenimizdeki ham cevheri çıkarıp şöyle bir kolumuza sürterek parlattık. Bu parlaklık ilk başlarda herkesin gözünü aldı almasına da şimdi onu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız. O cevheri işleme ve sahip olma yönünde ortaya atılan fikir ve projeler saçma sapan, aptal şampiyonluk kuyruğu kavgalarıyla…
Konuyla hiçbir ilişkisi olmayan zavallı birkaç işçinin (futbolcularımızdan söz ediyorum) yeteneklerine küfürler sıralamakla… Yetmedi birbirimizle iktidar ve “az bağırdın-çok bağırdın” mücadeleleriyle…
Karşı olduğumuzu haykırmayı pek de sevdiğimiz endüstriyelleşmenin ne menem bir halt olduğunu dahi anlamak zahmetine katlanmadan formalarımızın markasından lisanslı ürünlerin fiyatlarına, stadyumun tuvaletlerinden (sanki onlar pis olarak inşa edilmişler gibi) girip sandviç büfelerine kadar bir vandalizm rüzgarı yaratmakla…
Kapalının üstünün ne kadar kapalı olduğu, desibeli artırmaya yetip yetmeyeceği ve beton yorgunluğu gibi bilimsel! argümanlarla sermayenin değirmenine su taşıma kuyrukları oluşturmakla sulandırılıp etkisizleştirilme tehlikesiyle karşı karşıyayız.

Hepimizin ortak sevdası olan Beşiktaş’ımızı seveceğiz derken, onu alıp kimselerin ulaşamayacağı mertebelere yerleştireceğiz derken, bizim sevdamız bütün halkın sevdası olacak derken bir de bakmışız ki endüstriyel futbol “Eros” pusunun okları bizzat kendimize dönmüş ve sıkıp durmakta.

Bir de bakmışız ki artık biz sadece kendimizi sever olmuşuz. Bu sevdamızı birbirimize ispat kavgasını yerlerde sürünen Beşiktaşlılık değerlerinin üzerinde acımasızca tepinerek sürdürmekteyiz. Bu kavga sonunda elimizde kalacak olan sadece ve sadece “Bizim Beşiktaş’ ımızın” ezilmiş cenazesi ve “Onların Beşiktaşının” gürbüz bebeği olacak.

Sözünü ettiğim tehlikeler bunlar.

Son söz:
Beşiktaşlılık bir ruhtur.
O ruhu yüceltmeye muktedir olan tek güç bu ruhu içlerinde saf ve katıksız olarak taşımayı becerenlerin örgütlenmiş gücüdür.
Bu ruh sarhoş naralarıyla kan dökerek, onu bunu yıkarak değil sahip olduğu değerlerin neferi gibi çalışmaya bir yerleri sıkanların ruhudur.
Yapılması gerekenler ortadadır.
Yapılması gerekmeyenler daha bir ortadadır.
Beşiktaş taraftarı olabilmemiz için önce ortada bir Beşiktaşın olması gerekiyor.
Sadece Beşiktaşın…

0 yorum:

 
Hakan Kirezci - Templates para novo blogger