Tercih bizim...

8 Temmuz 2008 Salı

Sezon bitti… En azından bizim için bitti.
Şu anda yapılabilecek iki şey var bizim için. İlki “Cehalet mutluluktur” özdeyişine uygun davranıp önümüzde ki sene kimlerin alınıp kimlerin satılacağını, hocanın ne olacağını, yönetim gitsin mi, giderse kim gelsin, sponsor kim olacak, kim olmalı gibi soruların cevaplarını aramak.

Bir ikincisi de olan bitenin farkına varmaya çalışmak; kafa yormak, çözüm var mı yok mu onu aramak ve bulduğumuz cevaplar karşısında ümitsiz ya da mutsuz olup bakakalmak…

Ben ikinci yolu seçiyorum.

Aylar önce kendimce tahlilini yapmaya çalıştığım iki büyük bırakma operasyonunun gelişen süreç içerisinde bir komplo teorisi olmaktan çıkıp bizzat bir komplo olduğuna inananlar artık yavaş yavaş artmakta. Geçen gün Adnan Dinçer’de BJK TV de endişelerini açıkça dillendirmeye başlamış bile. Şimdi bu komplonun sınırlarını şöyle bir keskinleştirmeye çalışalım.

ENDÜSTRİYELLEŞEN FUTBOLUN PAZARLAMA SORUNLARI
Endüstrileşme sürecinde giderek biriken futbol sermayesinin yatırım alanları ihtiyacı da aynı paralelde büyüdü. Konuya bizim de dahil olduğumuz Avrupa futbolu tarafından bakarsak şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza. Endüstrinin Avrupa’da ki taşıyıcı ayakları olan İngiltere, Almanya, İspanya ve İtalya’ya sonradan Fransa’ da eklenmiş ancak bu ihtiyaç duyulan Pazar sorunlarını çözmeye yetmiyor. Refah düzeyi yüksek olan küçük Avrupa ülkeleri ki bunlar Baltık ülkeleri, Macaristan, Avusturya, İsviçre ve Hollanda’ya ek olarak Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya gibi nüfusları az olan ülkeler koskoca bir piyasa da küçük tezgahlarını açmayı başarmışlar. Endüstriye Pazar olarak katkısı az ama götürdükleri fazla olan bu tür ülkeler birikmiş büyük futbol sermayesine yeterli açılımı sağlayamadığı gibi geniş bakir alanların (örneğin Türkiye) sisteme dahil olmasını da engelliyorlar. Yani zararları büyük. Güney Amerika’da nüfusları devasa ancak ekonomileri (halkının refah düzeyi açısından) zayıf olan ülkeler kolaylıkla işletilebilir hale gelmişler ancak tutucu Avrupa’da küçük ama zengin ülkelerin pazarda hacimlerinden daha büyük paylar almaları bir türlü engellenememiş ve bu tıkanıklık büyüyen endüstriyel futbol sermayesinin önünde en büyük sorun olarak durmakta. Bu nedenle kapalı futbol ekonomilerinin açılıp sisteme dahil edilmesi ve rantabilitesi az olanların tasfiye edilerek onların yerini alması operasyonu için düğmeye basılmış.

Büyük nüfusu ve futbola olan müthiş ilginin bir cazibe merkezi haline getirdiği Türkiye ilk hedeftir artık. Ancak burada aşılması gereken büyük bir sorun var. Potansiyel futbol müşterisi neredeyse üçe bölünmüş durumda. Mümkün olan en az sermaye yatırımıyla mümkün olan en büyük karın elde edilebilmesi ilkesine ters olan bu durumun çözülmesi gerekiyor. Yani Türkiye futbolunun soyağacında ağacın kökünde yer alan resimdeki üçlüden birinin kesilip alınması şart. Neden şart? Çünkü yukarıda saydığımız temel ayakların dahi taşımakta zorluk çektiği böyle çok büyüklü bir futbol ekonomisi asla verimli olmaz da o yüzden şart.

OPERASYONUN İLK ADIMLARI
Öncelikle bu büyük müşteri potansiyelinin bir başarı zincirine eklenmesi ve istenen doğrultuda sürüklenmesi gerekiyordu. Bunun için en uygun seçim olarak Avrupa kültürüne daha yakın olduğu ve entegrasyonun daha kolay sağlanabileceği öngörüsüyle Galatasaray seçildi. Onu zengin ama küçük futbol ülkelerinin arasından sıyırıp ön sıraya oturtmak pek de zor olmadı. 2000 yılında gelen UEFA kupası ve üzerine az süper kupayla şöyle bir arkasından itildi Türkiye pazarı ancak marş basmadı. İdareciliklerini pazarlama stratejileri yerine züppelik üzerine kurmuş olan Galatasaray yöneticileri bu destekle fazla yol almayı beceremeyince başka yollar arandı. Geçici olarak kaderine terk edilen bu büyüğümüzün hali şimdilik bildiğimiz gibi.

İKİNCİ DENEME
Bu kez taktik değiştirilip Milli takım ele alındı. Yılların sponsorluğunda sürünen milli takıma, Fransa-Brezilya dünya kupası finalinin mağlubu (Adidas’a karşı) Nike desteği sağlanarak hem bu sermaye grubuna bir rövanş fırsatı hem de hareket edebilmesi için Türkiye futboluna ikinci bir şans verildi. 2002 yılı Dünya kupası üçüncülüğü de böyle geldi. Ancak hantallığın iyice ruhlarına işlediği, ticaret yeteneği olmayan basiretsizlerin yönetim fiyaskoları bu ikinci itmeyle de bu büyük kitlenin hareket etmesini bir türlü sağlayamadı.

ÜÇÜNCÜ DENEME
Bu başarısız denemelerin sonucunda, arkadan itmeyle bu büyük kitleyi yerinden kımıldatamayacaklarını iyice anlamış oldu global futbol sermayesi. Türk futbolunun kendi iç dinamikleriyle yol almayı beceremeyeceği gerçeğinden hareketle yerinde bilimsel tarıma karar verdiler. Daha uzun ve zahmetli olabilir ama daha garantili bir yoldu bu yol. Denenmişlerin temel sorunlarının hantal yönetim zihniyetinden kaynaklandığı doğru tesbitiyle madende başka bir damar açılmasına karar verildi. Bilin bakalım kimi seçtiler?

BENİM AKILLI OĞLUM
Önlerinde kala kala sadece iki seçenek kalmıştı. Büyük taraftar desteğine sahip iki büyük kulüp. Bunlardan biri en eski kulüp olma özelliğini taşıyordu taşımasına da bir sorun vardı. Bu kulübün arkasında ki milyonlar müşteri olmayı reddetme gibi genetik bir bozukluk taşımaktaydı. Kendilerini halkın takımı olmak, garibanların son barikati görmek gibi hastalıkları bünyesinde barındırıyorlardı. Her ne kadar bu kulübü yönetmeye çalışanlar kendi global sermayelerine eklemlenmeye çalışan işbirlikçi uslu çocuklar olsa da, her ne kadar yeni yetme taraftar kitlesi başarı için sunulan kritelere çok çabuk uyum sağlamaya meyilli ve de hevesli de olsalar genetik işte! Güven olmaz ki… Yarın öbür gün, tam da hasat zamanı birileri çıkıp yokuş aşağı “gündoğdu ulan!” diye bağıra çağıra hepten uyandıklarını suratlarına beyanla yeni yetmeleri de gaza getirip ardlarına takarsa? Binbir emekle düzenledikleri güzelim plantasyonları çekirge istilasına uğramıştan beter olursa?

Diğer yanda tahtaya kalkmak için sürekli parmak kaldıran ve yalvarır gözlerle “Başarı için her şeyimi alabilirsin” diye bas bas bağıran sevimli gürbüz bir oğlancık bükmüş boynunu bekliyordu. Zaten yanında ki sıra arkadaşı şimdi üst sınıfta olması gerekirken çakmış olsa da daha önce bu sınavdan aldığı dokuzu bunun gözüne sokup sokup onu kızdırmakta, alay etmekteydi. On alıp iftihara geçmek ve arkadaşının alaylarından kurtulmak için ne istenirse yapmaya hazır bu tosuncuk tam aranılan şartlara haiz bir tosuncuktu.

Uzatmayalım işte bu tosuncuk alınan yeni cicileriyle ve “sen dışarıda ki sınavlarına çalış ev işlerini biz hallederiz” in verdiği rahatlıkla şimdilik iftihar olmasa bile bir teşekkür belgesini getirmeyi başardı. Bu arada arka sırada oturan haylaz velet ne yapıp edilip başka sınıfa alınmalı ki bu iki öğrenci kendi rekabetlerini sürdürürken rahatsız edilmesin.

Alınacak. Zamanında taşradan gelip ezber bozan Lazoğlu nasıl başka okula gönderildiyse bu haylaz velet de artık aynı okula gönderilecek.

KENDİMİZE GELELİM ARTIK
Kendimce kurguladığım (mı acaba?) bu öyküden sonra gelelim kendi gerçeklerimize. Artık herkesin kendi Beşiktaş’ı mı var? Elbette ki yok. Bir tane Beşiktaş var. Şimdilik bizim olan ve öyle de kalması için kafa ve çene yorduğumuz Beşiktaş. Ama taraftar için aynısını söyleyebilir miyiz diye sorulursa ona üzülerek evet cevabını vereceğim. Bir kısım yeni yetme Beşiktaş taraftarı arasında şöyle bir tartışmaya şahit oldum. Efendim bu Cola Turka bizim ana sponsorumuz olmasına karşın “Tarafındayız Fener” ya da “Tarafındayız G.saray” gibilerinden reklamlar yapmış tv lerde. Hemen çıkalımmış bunların sponsorluğundan ve Beko’ya dönelimmiş. Diğer taraftan itirazlar şu şekilde geliyor. Beko’nun sahibi artık fenerliymiş. Oysa Vodafone çok güzel yakışırmış bizim formaya. Ama hayır. Niye? Çünkü Vodafone sadece renginde kırmızı olan takımlara reklam veriyormuş. O zaman Bwin gelsinmiş. Yav ne Bwini… Efes Pilsen reklamı en iyisiymiş. Sahibi de Beşiktaşlı hazır. Bir diğeri de “Arkadaşlar paniğe gerek yok aynı reklamı bize de yapmış Cola Turka” diye içimizi rahatlatıyor.

Yok Unicef olsunmuş para mara istemezmiş diyenler mi ararsın, Çarşı olsun para kırarmış kulüp diyenler mi… Uzayıp gidiyor içimde ki acıyla birlikte.
Yav kimin formasını kime pazarlıyorsunuz diye soracak oldum duyan gören tek bir kulak, tek bir göz olmadı. Olan şu. Umbronun forması kötü, yıkanınca kol lastikleri gevşiyor. En iyisi bilmem ne marka…

Arkadaşlar… Beşiktaş bir tane ama artık başka bir Beşiktaş taraftarı oluştu ve hızla büyümekte. Ben yönetime falan kızmıyorum. Yönetim bu büyüklerin seyreltilme operasyonuna karşı kendi felsefesi ve meşrebince mücadele verdiğini sanıyor ama beceremiyor. Neden beceremiyor biliyor musunuz? Hala biz varız da ondan. Yani üzerimize çöreklenmek isteyen global sermayeyi ürküten genetik bozuklukları taşıyan bizler. Bu nedenle bizi külliyen tasfiye etmek ıslah etmekten daha uygun onlar için. Gariban yönetim uğraşsın dursun. Bunlar gitsin ötekiler gelsin sonuç değişmez. Ürken sermayeyi kimse sakinleştiremez tarih böyle yazar.

Belli güç odakları belli ittifaklarla bir şeyleri bir yerlere taşıyabilirler; bu mümkün. Ancak bunu becerebilmek de ayrı bir maharet, ayrı bir strateji bilgi ve yeteneği gerektirir. Süleyman Seba’nın zamanında denetleyebildiği bazı silahlar kullanmayı bilmeyenlerin elinde patlar. Kendi ayağını vurursun. O becerdi. Uzmandı ve becerdi ama sen beceremezsin. Çünkü hem düşmanın büyüdü hem de senin elindekiler sadece yedek şarjör asıl silahlar gitti artık. Bu nedenle bu yönetim ya da o yönetim; hiçbirşey değişmez, değişmeyecek de.

Bu durumda bizlerin nerede duracağımıza iyi karar vermemiz ve o meşhur duruşumuzu artık efsane olmaktan çıkarıp gerçekliğini kanıtlamamız lazım.

SON SÖZ: NE YAPMALI?
Burada önümüzde iki yol var. Birincisi; akıntıya bırakıp kendimizi oluruna varmak. Devam etsin aykırılarımız bağırmaya çağırmaya… Hızla değişip uyum sağlayanlar da değişmeye devam etsinler. Bırakalım işler oluruna varsın. Biz kırkayağın ayaklarına bakalım ve diğerleriyle nasıl uygun adım atmadığımızla avunalım. Ama kırkayak kendi istediği yöne doğru hızla ilerlesin. İzleyelim bakalım sahiden de iki büyük ve biz mi olacağız yoksa komplo teorisyeni gamlı baykuşlar tarihin derinliklerinde paranoyalarıyla gömülüp gidecekler mi.

Diğer bir yol ise;
Futbol zaten endüstriyelleşmiş bir olgudur. Bunu kabul ediyoruz. Bizim itirazımız halkın takımıyız diyerek ortaya çıkıp da ahlakımızı yitirmemiz tehlikesidir. Bırakalım onlar istedikleri kulvarda büyük kalsınlar. Eğer aynı oyunu bu masada onlarla oynayacaksak oynayalım ama başarı kriterlerini biz belirleyelim. Onların kurallarıyla kaybederiz bu doğal. Kendi kurallarımızla ise ancak aykırı kalmayı becerebiliriz ki karşı tarafta ki galibiyet duygusunu körelten bir etkendir bu. Onunla aynı olmadığını hissettirmek, farklılığını ortaya net ve kesin koymak sermaye piyasasında ses getirmeyecektir belki ama bir de halk var… Halklar var. Dünya halkları kendi doğal ahlakını koruyan bir Beşiktaşı endüstriyel bir marka olmaya çalışıp da ezilen bir Beşiktaş’a tercih edecektir.

Kendi ahlakımızı koruyarak endüstriyel futbol tarihine kıçı kırık bir sıra markası olarak kaydedilmek yerine halkların tarihine onun ahlak ve felsefesini endüstriyel ahlaka dayatmış en son barikat olarak yazılmak… Tercih bizim.

0 yorum:

 
Hakan Kirezci - Templates para novo blogger